Bilge Olgaç, 8 Mart Kadınlar Gününde Yeşilçamın İlk Kadın Yönetmeni Anısına

posted in: Film Yönetimi | 0

Bilge Olgaç

10 Ocak 1940 tarihinde (biyografisinde doğduğu gün hakkında maalesef bir belirsizlik var; bazı kaynaklara göre 1, bazılarına göre 10, bazı kaynaklara göre de 14 ocak)  Kırklareli‘nde Vize ilçesinde 6 çocuklu, yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1956 yılında henüz 16 yaşında iken prodüksiyon amiri  Vecdi Bender ile evlendirilerek okuduğu Nişantaşı Kız Enstitüründan ayrıldı.

Eşi “Kısmetin En Güzeli” isimli  Olgaç’ın yazdığı bir öyküyü yönetmen Memduh Ün‘e verince sinema alemine girmiş oldu. Bülent Oran’ın senaryolaştırdığı öykü ‘Kısmetin En Güzeli’ adıyla filme çekilir. Böylece Bilge Olgaç Memduh Ün’ün yanında asistan olarak çalışmaya başlar. Ustasından  senaryo yazmayı, kurgu tekniğini öğrenir.

Olgaç, Memduh Ün’ün beş filminde asistanlık yapar ama Memduh Ün’ün sahibi olduğu Uğur Film şirketi adına yönetmenlik yapma fırsatını yakalayamaz.

Bilge Olgaç 1965 yılında “Üçünüzü de Mıhlarım” filmi ile ilk yönetmenlik denemesini yaşar ve yapımcı Hasan Kazankaya adına çektiği bu filmle Türk Sinemasının ilk kadın yönetmeni olur.

Filmin vizyona gireceği günlerde başrolü oynayan Yılmaz Güney, dönemin ve gece yaşamının sosyete lokali Kulüp 12’de bir tartışma sonucu, orkestra şefi İlhan Feyman ve iki arkadaşını sustalı bıçakla yaralar. Tuncel Kurtiz, Kalipso Kralı Metin Ersoy ve gece kulübünün şantözü oyuncu Gülsün Kamu, olayın tanıklarıdır. Yılmaz Güney, filmdeki rolünün etkisiyle ‘üç kişiyi mıhlayıp’ o sahneyi gerçekten yaşar. ‘Üçünüzü de Mıhlarım’ vizyona girdiğinde ise gişe rekorları kırılır.

Bilge Olgaç’ın ‘B’ kategorisi filmlerin yapımcısı olan  Hasan Kazankaya firmasında ses getirebilecek sosyal ağırlıklı filmler yapması imkansızdır ve bu dönemde  yeşilçam geleneğine bağlı klasik filmler yaparak ilerler.

Arzu ettiği yönde llk çıkışını 1970’de Kerim Korcan’dan uyarladığı ‘Linç’ filmi ile gerçekleştirir.
Olgaç’ın, 2. Adana Film Festivali’nde (1970) yarıştığı rakipleri arsında ‘Umut’ filmiyle Yılmaz Güney ve ‘Bir Türk’e Gönül Verdim’le Halit Refiğ gibi, sinemanın iki ağır topu vardır. Ama Olgaç’ın. ‘Linç’, filmi En İyi Film Kategorisinde üçüncülüğü kazanırken,, Bilge Olgaç da En İyi Yönetmen seçilir.

Bilge Olgaç ancak Osman Şahin ile tanıştıktan sonra erkek egemen toplumun kadına karşı uyguladığı ayrımcılığı sergilemeye yönelik filmler yapmaya başlar; “Gülüşan” (1984), “İpekçe” (1987), “Gömlek” (1988), “Aşkın Kesişme Noktası” (1990) ve “Kurşun Adres Sormaz” (1992).

Şahin’in yore insanlarını anlatan öykülerine dayalı senaryolardaki çarpıcı olaylar üzerine kurulu filmler yapmak Bilge Olgaç’ın sinemasında.dönüm noktasıdır.
1994 yapımı “Bir Yanımız Bahar Bahçe”, filmi ne yazık ki yönetmenin son filmi olur.

Çekmeyi planladığı  “Ölüme Doğru” adlı filmin hazırlık aşamasında Taksim civarında kiraladığı evinde çıkan yangında, 3 Mart 1994 tarihinde henüz 54 yaşında, kedisi Recep ile birlikte arkasında her biri hatırı sayılır bir mücadelenin ürünü olan yaklaşık 40 film ve 32 senaryo bırakarak yaşama veda eder.

Ödülleri:
1970 – Adana Altın Koza Film Yarışması: “Linç” filmi ile En İyi Yönetmen Ödülü
1970 – Adana Altın Koza Film Yarışması: “Linç” filmi ile En İyi Film Kategorisi’nde üçüncülük ödülü
1984 – 21. Altın Portakal Festivali: “Kaşık Düşmanı” filmi ile En İyi Senaryo Ödülü ve En İyi Film Kategorisinde üçüncülük Ödülü
1985 – Kadın Filmleri Festivali, Fransa: “Kaşık Düşmanı” filmi (La Chambre de mariage) En İyi Film Kategorisi’nde Büyük Ödül ve Basın Özel Ödülü

[metaslider id=”3008″]

Andrei Tarkovsky’nin en beğendiği 10 film

posted in: Film Yönetimi | 0

10 Movies Andrei Tarkovsky’nin liked best:

  1. Le Journal d’un curé de campagne (Robert Bresson, 1951)
  2. Winter Light (Ingmar Bergman, 1963)
  3. Nazarin (Luis Buñuel, 1959)
  4. Wild Strawberries (Ingmar Bergman, 1957)
  5. City Lights (Charlie Chaplin, 1931)
  6. Ugetsu Monogatari (Kenji Mizoguchi, 1953)
  7. Seven Samurai (Akira Kurosawa, 1954)
  8. Persona (Ingmar Bergman, 1966)
  9. Mouchette (Robert Bresson, 1967)
  10. Woman of the Dunes (Hiroshi Teshigahara, 1964)

 

 

Federico Fellini’nin En beğendiği 10 Film.

posted in: Film Yönetimi | 0
  1. The Circus/City Lights/Monsieur Verdoux (1928, 1931, 1947, Charlie Chaplin)
  2. Any Marx Brothers or Laurel and Hardy films
  3. Stagecoach (1939, John Ford)
  4. Rashomon (1950, Akira Kurosawa)
  5. The Discreet Charm of the Bourgeoisie (1972, Luis Buñuel)
  6. 2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
  7. Paisan (1946, Roberto Rossellini)
  8. The Birds (1963, Alfred Hitchcock)
  9. Wild Strawberries (1957, Ingmar Bergman)
  10. 8 1/2 (1963, Federico Fellini)

Sinema görüntülerinde renk baskınlığı neden yapılır; Renklerin anlamı.

posted in: Film Yönetimi | 0

Sinema görüntülerinde renk baskınlığı

Görüntü üzerinde etkin olan faktörlerden biri de kuşkusuz renktir.  Renklerin izleyicilerde değişik duygular yaratabilme gücünden yararlanarak görüntü renkleri ile oynamak film çekimlerinde sıklıkla yapılan uygulamalardan biridir. Bir film hikayenin anlatmak istediğine bağlı olarak bütünüyle  belirli bir renk dengesinde hazırlanabileceği,  belirli sahneleri yine dramatik yapıya bağlı olarak belli renklere boyanabilir.

Sinema görüntülerinde kullanılan sıcak (sarı, kırmızı, yeşil vs.) renkler çekici soğuk (mavi, cyan, gri vs.) renkler ise itici renklerdir.

Ayrıca bir hikâye geçmişe döndüğünde belirli bir renk dengesi örneğin; sıklıkla sepya veya sarı, bazen siyah-beyaz bu dönemi vurgulamak için kullanılır. Bazen bir filtre yardımı ile de sahneye tümüyle bir renk baskınlığı vermek olasıdır.

BEYAZ: Sinema görüntülerinde en olumlu renk beyazdır. Başlangıcı, henüz yazılmamış boş bir sayfayı temsil eder. Bekaretin de sembolü beyazdır.

Sinema-goruntulerinde-beyaz

SİYAH: En koyu renktir ve bitiş, yok oluş ve vazgeçmek demektir. Hikâyenin son sayfasıdır, artık yazacak hiçbir şey kalmamıştır. Renk seçiminde ise aşırı duygu ve davranışların dizginlenmesini temsil eder. “Cool ve ince görünme arzusu dışında” siyahı seçen insanlar kendi kaderlerine isyan ederken, hayatta hiçbir şeyin istedikleri gibi olmadığını düşünürler. Sinema görüntülerinde en çok tercih edilen renklerden biridir.

Sinema-goruntulerinde-siyah

MAVİ: Uzun süre gökyüzüne bakan insanların bedeninde mutluluk verici serotonin hormonunun salgılandığı bilimsel bir gerçektir. Mavi renk kan basıncın, solunum hızını ve kalp atışlarını düşürür. Mavi renge bakan kişilerin bedeninde bir rahatlama ve gevşeme gözlenir. Sinemada mavi genellikle soğuk renkler kategorisine girer.

Sinema-goruntulerinde-mavi

KIRMIZI: Enerji demektir, hayatı temsil eder. Kan basıncını yükseltir, solunumu ve kalp atışlarını hızlandırır.

Arzu, şehvet, cinsel istek demektir. Salgıları ve sinir sistemini etkilediği için güçlü libido, kazanma ve ilerleme isteği, güç ve kontrol arzusu demektir. Sembolik olarak savaş ve zafer için dökülen kan demektir. Bu açıdan erkekliği de temsil ettiğini düşünebiliriz. Fiziksel ve sinirsel bitkinlik, cinsel gücün kaybedilmesi reddedilmiş kırmızı ile ilişkilendirilir.

YEŞİL: Sinema görüntülerinde yeşil renk güven, kendine saygı ve kendi değerlerine odaklanma ve tutarlılığı temsil eder. Sembolik olarak kökenlerine bağlılık, gurur ve değişmezlik demektir. Demek ki Yeşil rengin içinde var olan gerilim kişinin gurur duygusunu güçlendirerek dış etkilere karşı bir duvar oluşturmasına yol açar. Bu korumacılık eleştiri, mantık, hafıza, ifade gibi değerleri geliştirerek kişinin kendisi ve başkaları için üretken yaşam beklentisi yaratır. Yeşil seven kişilerin sıklıkla gastrit, ülser gibi sindirim sistemi hastalıkları yaşamalarının sebebi bir yerde bu kontrolcü yaklaşımdan gelir.

Brian-De-Palma

SARI: Işık (güneş) ve neşeyi yansıtan parlak bir renktir. Kaygısızlığı ve psikolojik olarak rahatlamayı temsil eder. Kırmızı gibi uyarıcı bir renktir; kan basıncını artırır, solunum ve kalp atışlarını hızlandırır. Fakat bu durum kırmızı kadar yoğun ve kalıcı değildir. Sembolik olarak güneşe davet, neşe ve mutluluk demektir.

Sinema-goruntulerinde

MOR: Kırmızı ve mavinin karışımından oluşan mor bu her iki rengin özelliklerini kendinde toplamıştır. Kırmızının heyecanını ve mavinin teslimiyetini birleştirerek özdeşleşmeyi temsil eder.

Moru seven kişiler kendi kişilikleri ile başkalarını kolayca etkilerken ilişki kurmaya da çok yatkındırlar. Fakat bu durum kişiyi sorumsuzluk duygusuna iten bir güdü olarak da düşünülebilir. Dolayısıyla yetişkin olmayan kişiler (çocuklar) dünyayı bir ölçüde olağan dışı kabul ettikleri için moru çok severler. Duygusal tutarsızlıklar taşıyan yetişkinlerin çoğu da etraflarını gerçek dışı bir dünya ile çevreledikleri için moru tercih ederler.

Sinema-goruntulerinde-mor

KAHVERENGİ: Sarı ve kırmızının karışımıdır. Bu renkte artık kırmızının güçlü etkisi azalmıştır, bedenle direkt ilişki olarak duyumsal durumu betimler. Bir şeylerin yokluğunu, güvensizliği, fiziksel ve ruhsal doyumsuzluğu hisseden insanlar kahverengiyi tercih ederler. Köklerin, ailenin, yuvanın önemini vurgulayan bir renktir.


Sinema-goruntulerinde-kahve

GRİ: Belirleyici özelliği olamayan, nötr bir renktir. Zıtlıklar birbirinden ayırarak, sınırı ifade eder 

Ses ve Müzik Filmler’de Kullanımı

posted in: Film Yönetimi | 0

Bir eksperosyonist yönetmen olan Alfred Hitchcock filmlerinde Hollywood stüdyolarında geleneksel olarak kullanılan Ses ve Müzik yöntemine fazla uymadı. Bu yöntemde ses kuşağı üç kategoriye ayrılırdı; diyalog, ses efektleri ve müzik. Son miksajda bu üç farklı kuşak birleştirerek ana ses kuşağını oluşturur. Hitchcock bu farklı ses kuşaklarının ayrı ayrı işlevleri üzerinde durmayarak onları bir bütün olarak ve görüntüsel anlatımı pekiştiren bir dil olarak görmüştür.

Filmlerinde bazen müzik yerine doğal ses efektlerini, bazen efekt yerine müziği, bazen de bunların karışımlarını kullanmıştır; “Birds –Kuşlar” filminde kuş sesleri müziği, “Psycho – Sapık” filminde keman vuruşları bıçak darbelerini taklit eder.

Kuşlar filmindeki kuş sesleri çoğu kez kuş görüntülerinden daha ürkütücüdür.

Kentcuky Üniversitesinde ders veren bir müzik profesörünün oğlu olan ve filmlerinin müziklerini kendi yapan John Carpenter’a göre film müziği kesin olmalı ve ifade edilmeye gereksinim duymamalıdır.

Müziğin izleyici için sadece bir dinleti olmaktan çıkıp onu etkileyen ve yönlendiren bir araç olması gerektiğine inanır.

Jerry Bruckheimer, Michael Bay, Tony Scott Hollywood’un en yüksek bütçeli filmlerine (Pirates of Caribbean 2003, Transformers 2007, Top Gun 1986) imza atan yönetmen ve yapımcılardır. Aksiyon dolu filmlerindeki erkeksi ve militer hava filmlerin müziklerine de yansır. Hollywood tabiriyle ‘Sinerji’ denilen bu tarz, film yapımına ve pazarlamasına multimedya’ya yönelik bir yaklaşım getirir; (Film + Film Müziği + Video = Gelir.)

Ses ve Müzik’ i filmlerinde en etkin bir şekilde kullanan yönetmenlerin başında Daren Aronofsky gelir.

Darren Aronofsky “Pi” (1998), “Requiem for a Dream” (2000), “The Fountain” (2006), “The Wrestler” (2008), “Black Swan” (2010), “Noah” (2014) gibi filmlerinde ses tasarımını ifade aracı olarak kullanmıştır. Aronofsky hikayelerinde gerilimi, kahramanlarının yaptığı seçimler üzerinden yaratır; onları öyle yerlere, konumlara sokar, öyle yerlere taşır ki yaptıkları seçimler ya ölüm ya da akıl sağlığını yitirmekle sonuçlanacaktır.

Aronofsky ekranda yer alan tuhaf hikayelerle izleyicileri içine çektikten sonra ses efektleriyle onlar üzerinde çalışmayı sürdürür.

Kahramanın işkencesinin zaman zaman ses ve müzikdir.

Ses yoluyla hikaye anlatımının ustasıdır yönetmen.

‘Black Swan – Siyah Kuğu’ filmi bunun en mükemmel örneklerinden biridir.

Ses-ve-Muzik
Ses-ve-Muzik

Ses ve Müzik bu filmde adeta bir yan karakter gibidir.

Taleplerini kahramana empoze eder. Günlük yaşamda deneyimlediğimiz sesler -metro, şehir gürültüsü, insan fısltıları vs – anlatılan hikayeyi izleyici gözünde  netleştirirken kahramanın duygusal çalkantılıranı da tetikler.

Bu filmdeki seslerin katkısı olmadan, tehlike duygusu sönebilir ve yanılsamalar eksik kalarak bir karakterin hayal gücünün sınırlarını zorlaması engellenebilir.

Aronofsky Ses yoluyla sembolizmi de başarıyla kullanır.

“Pi” de kahramanın karşısındaki kişiye sesini duyuramaması veya bağırdığnda ağzından tek bir kelime bile çıkmaması kendi içinde boğulmuşluğunun ve izolasyonunun en güzel ifadesi değil midir? Bu durum gerçekten olduğu gibi de gösterilebilr veya bir metafor olarak da kullanılabilir. Bir anlamda, hiçbir şey söylemeden temayı duyurarak filmin anlamını izleyiciye vurucu bir şekilde aktarır.

Ses-ve-Muzik-2
Ses-ve-Muzik-2

 

 

Brian De Palma ve Renk

posted in: Film Yönetimi | 0

Brian De Palma

Brian Russell De Palma 11 Eylül 1940 da doğdu.

Gerilim, Psikolojik Gerilim ve Polisiye türü filmler üreten ünlü Amerikalı Yönetmen ve Senaryo Yazarı.

Brian De Palma’nın renklerin görsel hikâye anlatımının önemli bir aracı olması yolunda günümüz yönetmenlerinin ilham kaynağı olduğu tartışılmaz bir gerçektir

Brian De  Palma, altmışlı yılların çok önemli ve kendinden sonra gelen kuşakları etkilemeyi  başaran bir yönetmenidir.

Değişik kategorilerde 14 sinema ödülüne sahiptir.

28 adet adaylığı vardır.

Bir kült klasiği olan Hi, Mom!  ve Stephen King’in Carrie‘sinin aynı ismi taşıyan ikonik film uyarlamasının yanısıra 40 dan fazla film yönetmiştir.

Bunların arasında Snake Eyes – Yılan gözler, Carlito’s Way – Carlitonun Yolu, Body DoubleSahte Vücutlar, Scarface –Yaralı Yüz, The Untouchables – Dokunumazlar, Mission: Impossible- Görevimiz Tehlike gibi filmleri sayabiliriz.  

De Palma’nın kendisi de son derece stilize edilmiş ve görsele dayanan bir anlatımı olan Alfred Hitchcock’tan derinden etkilenmiştir.

De Palma film karakterlerini izleyicilere tanımlamak için güçlü bir renk duygusu kullanır. 

Renkleri bir ruh halini veya metamorfozu vurgulamak için de kullanır.

Yani renkler bir “eşik” tanımlamanın da aracıdır.

“Bir renk sadece bir zaman veya yer  değil, bir ruh hali, bir metamorfoz, bir eşik anlamına da gelebilir.”

Carrie’de, maviler ve kırmızılar dönüşümlü kullanılırken, Sissy Spacek’in karakterinin anlık zafer hali (cool blues) ile işkencecilerinin çekimlerinde kullanılan kırmızı arasında güçlü bir kontrast oluşturulur.

Brian-De-Palma

Carrie – GÜnah Tohumu. Sisy Spacek

Brian-De-Palma
Carrie – Günah Tohumu. SISSY SPACEK ve PIPER LAURIE

O acımasız şaka uygulanırken Carrie’nin serin mavi dünyası kırmızı ışık ve fantastik  parıltılar tarafından istila edilir ve izleyici filmin kaotik doruk noktasına görsel olarak yönlendirilir.

Başlıca tematik kaygılarından biri olan, “şiddetin karakterleri üzerindeki dönüştürücü etkisini” iletir.

De Palma uzun süre şiddete maruz kalan iyiliğin nasıl kötülüğe dönüştüğünü renklerle anlatır.

Soğuk-cool renklerden sıcak renklere geçiş gibi; sahne veya karakteri kaplayan mavi veya yeşilin rahatlatıcı dünyasının, kırmızı veya kahverengiye dönüşümü gibi.

Brian-De-Palma-3

Yaralı Yüz

Brian-De-Palma
Al Pacino ve Penelope Ann Miller. Carlito’s Way

Doğaüstü ile ilgisi olmayan filmlerde bile De Palma’nın renk kullanımı hipnotik, canlı ve halüsinasyoneldir.

De Palma’nın Estetik saplantılarından biri, filmin hayata benzeyen ama olmayan bir araç olarak yapaylığı; “filmselliği”dir.

Hitchcock gibi De Palma da sinemanın algı ve bilinç üzerinde oynadığı hilelerden etkilenmiştir.

Her iki öğe de yanlışlıkla bir cinayet kaydeden Hollywood ses kayıt teknisyeni hakkındaki ihmal edilmiş bir film olan Blow Out’ta (1981) açıkça görülür.

Filmin sinematografisi Vilmos Zsigmond’a yapım tasarımı da Paul Sylbert’e aittir.

Ve bu iki teknik sanatçı filmde bizimkine benzeyen ama yine de tamamen yabancı, ürkütücü bir psikolojik alanı başarıyla yaratırlar.  

Brian-De-Palma
Blow Out. John Travolta

De Palma, rengi hem bir anlatı aracı olarak hem de sinema ve gerçekliğin doğasını, ikisinin birleştiği ve nerede ayrıldıklarını keşfetmenin bir yolu olarak izleyiciye sunar.

De Palma’nın sinematik hayallerini tasarlamak için renk psikolojisini nasıl kullandığını keşfetmek her film yapmak isteyen kişinin peşinde koştuğu bir hayaldir.

Flmografi:

  1. Carlito’nun Yolu – Carlito’s Way (1993)2. Patlama– Blow Out(1981)
  2. Dokunulmazlar– The Ontouchables(1987)
  3. Görevimiz tehlike – Mission İmpossible (1996)
  4. Günah tohumu – Carrie (1976)
  5. Yaralı Yüz – Scarface (1983)
  6. Gizli kuvvet – The Furry (1978)
  7. Savaş Günahları – Casualities of War(1989)
  8. Cennetteki Hayalet – Phantom of The Paradise(1974)
  9. Cani – Dressed to Kill (1980)

Kaynakça: IMDB.

 

 

Öncü Kadınlar – devam.

posted in: Film Yönetimi | 0

Öncü Kadınlar 

2020 yılı genellikle tüm dünyanın yanıra sinemacılar için de olumsuz bir yıl oldu.

Fakat kadın film yapımcıları için bir kilometre taşı olduğunu söyleyebiliriz.

San Diego Eyalet Üniversitesi Televizyon ve Sinemada Kadın Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı bir araştırmaya göre Pandemi Yılında de en yüksek hasılat yapan 100 filmden 16 sı kadın yönetmenlerin imzasını taşıyor. 

Bu sayı yetersiz görünse de yıllardır Hollywood’u saran cinsiyet dengesizliğinin aşılmaya başlandığının ilk göstergesi.

Hollywood’un Öncü Kadınlar ‘ı arasında sayabileceğimiz ve birinci bölümde bahsettiğimiz isimlerin yanında yer alan diğer beş isim ise şöyle;

Robin Wright

Biz Robin Wrihgt’ı uzun süre Sean Penn ile olan evliliğinden dolayı Robin Wright Penn olarak tanıdık.

Böylesine ünlü ve karizması yüksek bir aktör – yapımcı ile evli olmak onu bir süre geri plana atmış olsa gerek.

Hollywood’un Öncü Kadınlar ‘ı içinde haklı bir yere sahip olan Robin Wright “The Princess Bride – Prenses Gelin” deki performansı sayesinde 21 yaşında Hollywood da haklı bir üne kavuşmuştu.

Boşandıktan sonra çok daha aktif ve hırslı bir şekilde sinemaya döndü ABD’li aktris Robin Wright.

Önce bir kısa film yönetti.

Ardından aynı zamanda  rol aldığı “House of Cards” gibi ünlü bir dizinin 10 bölümünü de yönetti.

Yine rol aldığı son filmi “Land”, ölüme yaklaşan bir kadının vahşi doğadaki yaşam deneyiminin hikayesini anlatıyor

Film açılışını Sundance Film Festivali’nde yaptı.

Oncu-Kadinla
Robin Right

Kay Canon

ABD’li senarist Kay Cannon’u duymamış olabilirsiniz, ancak çalışmalarını bileceksiniz. 

Canon TV dizisi “30 Rock”  ve  “New Girl” ün yazarı olarak dikkatleri üzerine topladıktan sonra  “Pitch Perfect” üçlemesiyle yönetmenliğe adım attı

Ardından John  Cena ve Leslie Mann’ın oynadığı  2018 yılı hit komedisi Blockers” ı yönetti.

Hollywood’un Öncü Kadınları’ ından Kay Canon’un yazıp yönettiği son filmi “Cinderella – Külkedisi” romantik bir müzikal komedi. 

Filmde olağan üstü bir Cast’ı da bir araya getirmiş.

Camila Cabello, Billy Porter, Idina Menzel, James Corden, John Mulaney, Minnie Driver ve Pierce Brosnan.

                                                                                     Kay Cannon

Melanie Laurent

Inglourious Basterds”, “Beginners”  ve “6 Underground” filmlerinin yıldızı olarak tanınan  Fransız aktris Melanie Laurent, son 12 yılını film yönetmenmeye adadı.

Bunlar arasında kısa filmler, belgeseller ve ödüllü filmler vardı.

İkinci Dünya Savaşı draması “The Nightingale-Bülbül” ün  uyarlamasında, Dakota ve Elle Fanning’i kız kardeşler rol alıyor. 

Laurent’in son çalışması ise , yazdığı ve aynı zamanda rol aldığı gerilim filmi “The Mad Woman’s Ball”.

Oncu-Kadinlar
Melanie Laurent

Nia DaCosta

Candyman – Şeker Adam” fragmanı geçen yıl şubat ayında yayınlandığında büyük ilgi toplamıştı.

Ve Da Costa’nın korku türüne neler getireceği konusunda herkesi heyecanlandırmıştı. 

DaCosta’nın 2018’deki ilk uzun metraj filmi “Little Woods” (Tessa Thompson ve Lily James’in oynadığı bir suç gerilim filmi.

İzleyenler ise Candyman’i sabırsızlıkla beklemeye başlamışlar dı bile.

DaCosta’nın yeni misyonu ise “Captain Marvel 2”.

Nia DaCosta

Cate Shortland: ‘Kara Dul’

Avustralyalı yazar ve yönetmen Cate Shortland, 25 yılını kısa filmlerden televizyon dizilerine kadar her konuda başarılı eserler çıkararak geçirdi. 

Shortland, Cannes, Stockholm ve Sundance gibi festevallerde çok tanınan bir isim.

Somersault”, “Lore” ve “Berlin Sendromu” adlı uzun metraj filmleri de Avrupalı izleyici tarafından çok iyi biliniyor.

Böylece Cate Shortland  Scarlett Johansson gibi karizmatik bir starın  Marvel Sinematik Evreni’ne vedası için seçilmiş en iyi isim olsa gerek diyebiliriz.

Oncu-Kadinlar
Kate Shortland

Hollywood’un Öncü Kadınları olarak tanımladığımız bu kadın sinemacıların özellikle Marvel Yapımları gibi astronomik bütçelerle çalışılan filmleri yönetmeleri çok önemli bir nokta olsa gerek.

Hollywood’un öncü kadınları – Kadın Yönetmenler

posted in: Film Yönetimi | 0

Hollywood’un öncü kadınları

Chole Zhao: ‘Eternals’

Chloe Zhao’nun, Marvel filmi “The Eternals”ı yöneteceği açıklandığında çok fazla eleştiri toplamıştı.

Marvel Prodüksiyonları çok pahalı yapımlar.

Zao’nun son filmi 2020 yapımı “Nomadland – Göçebe Diyarı” her ne kadar 3 dalda Oscar heykelciğine hak kazandıysa da henüz Zao Hollywood tarafından pek benimsenmemişti.

Bir devam filmi olan olan “The Eternals” 2021 senaryosunda da Zao’nun imzasını taşıyor.

Hollywood’un öncü kadınları içinde yer alan Zao tüm endişeleri yalanlayarak Marvel Sinematik Evreni’ne global bazda 400 milyon dolar hasılat getirdi.

“Nomadland” den çok farklı bir tür olan bu süper hero filmi Çinli yönetmenin çok yönlülüğünü de başarıyla ortaya koydu.  

Aksiyon alanın da da ne kadar başarılı olabileceğini gösterdi.

Hollywoodun-oncu-kadinlari

Chole Zao

Jane Campion: ‘Power of The Dog – Köpeğin Gücü’

Hollywood’un öncü kadınları arasında yer alan diğer bir isim de Jane Campion.

Campion aslında adı bilinen bir yönetmen.

Ama Yeni Zelandalı yönetmen “En İyi Yönetmen Dalında” Oscar Ödülü’ne aday gösterilen beş kadından biri olduğu günden beri, esas ilgi ve övgüyü toplamaya başladı.

“The Power of the Dog” müthiş bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor.

“The Piano”, “Bright Star” ve “In the Cut” filmlerinin yönetmeni her zaman oyuncularından inanılmaz performanslar çıkarması ile tanınan bir isim.

Campion’ın filmi Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons ve Kodi Smit-McPhee gibi bir oyuncu kadrosuna sahip.

78. Venedik Film Festivalinin açılış filmi olduğu gibi Gümüş Ayı Ödülünü de kazandı.

Bunun yanısıra 94.Oscar ödüllerinde 12 dalda aday gösterildi.

35 milyon dolarlık bir bütçe ile global bazda 400 milyon dolar hasılat elde etti.

Hollywoodun-oncu-kadinlari-5

Jane Campion

Jasmila Zbaniç: “Quo Vadis, Aida?”

“Grbavica – Sarajevo” filmi ie 2006 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünün yanı sıra Ekümenik Jüri ve Barış Filmi ödüllerini kazan Zbaniç uzun süre Avrupa sineması tarafından bilinen bir isim olmuştu.

Zbaniç’in sonraki filmleri olan “On the Path” ve “ For Those Who Can Tell No Tales”, son derece duygusal ve  etkileyici yapımlar olarak izleyici ilgisini çekmişti.

Hollywood un öncü kadınların ‘dan Jasmila Zbaniç’in son filmi “Quo Vadis, Aida?” Bosnalı yönetmenin altı yıl sonra çektiği bir film.

Srebrenitsa katliamı sırasında ailesini kurtarmaya çalışan bir BM çevirmeninin hikayesini anlatıyor.  

TRT’nin de dahil olduğu 12 ülkenin yapımcılığını üstlendiği film 3 milyon dolar bütçeyle çekildi.

Çekim yapılan ülkeler;

  • Bosnia and Herzegovina
  • Austria
  • Germany
  • France
  • Netherlands
  • Norway
  • Poland
  • Romania
  • Turkey
  • Montenegro
  1. Venedik film Festivalinin açılış filmi oldu.
  2. Oscar Ödüllerinde En İyi Uluslararası Film adayı seçildi.
  3. Avrupa Film Ödüllerinde En İyi Film Ödülünü kazandı.

Hollywoodun-oncu-kadinlari-6

Jasmina Zbanic

Haifaa Al Mansour: ‘The Selection – Seçim’

Suudi Arabistanlı yönetmen Haifaa Al Mansour’un 2012 yapımı ilk uzun metrajlı filmi” Wadjda”, onu dünya sinemasının en heyecan verici ve orijinal seslerinden biri haline getirmişti.

Hem iyi hem kötü övgüler toplayan film Suudi Arabistan’da  çekilen ilk uzun metraj film olma özelliğini de taşıyor

2014 Bafta ödüllerinde En İyi Yabancı Film Ödülü adayı oldu.

Bu filmden sonra Al Mansour uzun bir süre sessizliğini korudu.

Beş sene sonra Netflix imdada yetişti. “Mary Shelley”,2017, “Nappily Ever After”, 2018 ve 2019 yapımı “ The Perfect Candidate”.

Hollywood’un öncü kadınları ‘ndan Al Mansour, Kiera Cass’ın bilim kurgu romantizm romanının bir uyarlaması olan “The Selection” ile gerçek bir drama örneği vermeyi başardı.

Hollywoodun-oncu-kadinlari-1

Haifaa Al Mansour

Naomi Kawase: ‘True Mothers – Gerçek Anneler’

Cannes Film Festivali’nde yapılan ilk gösteriminden sonra “Gerçek Anneler” sinema sektöründen çok olumlu tepkiler topladı.

Film, evlat edindikleri 5 yaşındaki çocuğun gerçek annesinin çocuğunu geri istediğinden endişe eden iki yeni ebeveynin etrafında dönüyor. 

Genellikle belgeselleri ile tanınan Japon yönetmen Kawase’nin bir anlatı yönetmeni olarak da kendini kabul ettiren duygusal ve etkileyici bir film “True Mothers- Gerçek Anneler”.

Hollywoodun-oncu-kadinlari-7

Naomi Kawase

Devam edecek…

 

“Görünüm Oranı – Aspect Ratio” ve Sinemasal anlatım.

posted in: Film Yönetimi | 0

“ Görünüm Oranı – Aspect Ratio”

Sinema görüntüleri bir dil oluşturacak şekilde anlamlı bir biçimde birbirine ekleyerek izleyiciye bir şey anlatmaya, bir kavramı açıklamaya, bir düşünce veya iletiyi ulaştırmayı amaçlar.

Filmdeki her görüntü tek başına bir anlam taşıyabileceği gibi kendinden önce veya sonra gelen görüntülerle birlikte çok değişik anlamlara kavuşabilir.

Yani sinemanın dili görüntüdür.

Sinemada bir hikaye anlatıcısı olmak sadece bir senaryo üzerinde çalışmak anlamına gelmez. Bir hikaye anlatıcısı olmak, hikayenin en iyi versiyonunu yaratmak için her türlü görsel tekniği kullanmak demektir..

Ancak bu sadece kamera hareketleri demek değildir.

Görüntünün salt kendisidir.

“Görünüm Oranı – Aspect Ratio”, görüntünün ekranda  nasıl  göründüğünü saptayan önemli bir parametredir.

Bir görüntünün görünüm oranı da görüntü karesinin en boy oranı yani genişliği ve yüksekliği arasındaki oran olarak tanımlanır.  Genellikle iki nokta üst üste işaretiyle ayrılmış iki sayı olarak  yazılır. Sayılar  arasında bir “x”  ile de yazılabilir. 16:9, 3×4 gibi.

Bir TV monitorü de söz konusu olduğunda en boy oranı, ekranın genişliği ve yüksekliği arasındaki orandır. Yükseklikteki her H pikseli için genişlikte W pikselleri  olarak yorumlanan W: H biçiminde not  edilir.

Yeni bir PC monitörü veya belki de bir TV ekranı satın alırken, “En Boy Oranı” adı verilen spesifikasyona rastlarsınız.

İlk sayı son sayıya kıyasla ne kadar yüksek olursa, ekran yükseklikle karşılaştırıldığında o kadar geniş olur.

Günümüzde çoğu monitör ve TV, 16: 9 (Geniş Ekran) en boy oranına sahiptir.

UltraGeniş olarak da adlandırılan 21: 9 en boy oranına sahip daha fazla oyun moniörü görüyoruz. Ayrıca 32:9 en boy oranına veya ‘Süper Ultra Geniş’e sahip monitörler de vardır.

Daha az popüler olan ve eskiye ait en boy oranları 4: 3 ve 16: 10’dur, ancak bu en boy oranlarına sahip yeni monitörler bulmak günümüzde zordur.

En boy oranlarının ve ilişkili ekran çözünürlüklerinin bir listesi aşağıda verilmiştir:

32:9 en boy oranı: 3840×1080, 5120×1440

21:9 en boy oranı: 2560×1080, 3440×1440, 5120×2160

16:9 en boy oranı: 1280×720, 1366×768, 1600×900, 1920×1080, 2560×1440, 3840×2160, 5120×2880, 7680×4320

16:10 en boy oranı: 1280×800, 1920×1200, 2560×1600

4:3 en boy oranı: 1400×1050, 1440×1080, 1600×1200, 1920×1440, 2048×1536

Seçilecek en boy oranı kişisel tercihinizin yanı sıra ne tür bir içerik izlediğinize de bağlıdır.

16: 9, 1920×1080 ve 4K dahil olmak üzere en yaygın monitör  ve  TV çözünürlükleri için kullanıldığından en yaygın en boy oranıdır. Dahası, 16: 9 en boy oranı, hem 4: 3 hem de 21: 9 içeriği düzgün bir şekilde görüntüleyebildiği için çok yönlüdür.

Oyun söz konusu olduğunda, ultra geniş monitörler daha geniş görüş alanı nedeniyle büyük avantajlar sunabilir. 

Sonunda, uygun gördüğünüz en boy oranını kullanmalısınız. Örneğin, bazıları film izlerken daha geniş bir görüntüye sahip olmayı tercih eder.

Gorunum-Orani-–-Aspect-Ratio
TV Monitörü

“Görünüm Oranı – Aspect Ratio” nın sinemasal önemini anlatabilmek için bu parametreyi aynı bir filmde değişik değelerde kullanmayı çok seven Yönetmen Spike Lee ve “Da 5 Bloods – 5 Kan kardeş” filmini görüntü yönetmeni Newton Thomas Sigel ile Slate dergisinde yapılan bir söyleşiden alıntılar yapmak yararlı olacaktır. 

Filmin konusu, ölen takım liderlerinin kalıntılarını ve orada görev yaparken gömdükleri hazineyi aramak için ülkeye dönen dört yaşlı Vietnam Savaşı gazisinden oluşan bir grubun hikayesini anlatıyor.

 Film bir dijital platform olan Netflix de 12 haziran, 2020 de gösterilmiş.

Filmde farklı zaman periyotlarını ve mekanları vurgulmak için dört farklı “Görünüm Oranı – Aspect Ratio” kullanılmış.

  1. Ultra geniş 2.39: 1 “Görünüm Oranı – Aspect Ratio”

 Ultra geniş çekim dünyasında en iyi sonuçları veren bir format. Görsel olarak, bir filmin en etkileyici kısmı kapsamıdır. Büyük TV ekranında veya bir sinema salonunda izlediğinizde geniş kapsama alanı sürükleyicidir. Genellikle şehir çekimlerinde kullanılan bu format şehirdeki normal yaşamı tüm yönleriyle gösterir.  Ho Chi Minh CityBangkok ve Chiang Mai. gibi şehir çekimlerinde bu format kullanılmış. Kan kardeşler hakkında olan bu filmde çok önemli olan grup çekimleri için de ideal format.

Gorunum-Orani-–-Aspect-Rati

  1. 1.33: 1 “Görünüm Oranı – Aspect Ratio”

Spike Lee 1960 yılların Vietnam Savaşı dönemine yapılan geri dönüşlerde ise biraz da nostaljik olmak gerektiğini düşünmüş.

Bu amaçla Netflix’in tüm itirazlarına rağmen Dijital yerine o dönemde 16mm film stoğu kullanıldığı için bu eski tip formatla çekim yapılmış. Sonra film görüntüsündeki gren (tanecıkli) yapı dijital olarak temizlenmiş.

Gorunum-Orani-–-Aspect-Ratio-2

  1. 16: 9 “Görünüm Oranı – Aspect Ratio”

Çete ormana doğru yola çıktığında, hayat farklılaşıyor. Anılar gerçeklikle harmanlanıyor.  Bunu ekranda gösterebilmek için 16: 9  gibi bir  en boy oranı kullanılmış ama dijital çekim yapılmış.

Sigel, bir Netflix şovu olduğu için, şovun zarfı veya şovun ambalajı  dediğimiz şeyin temelde 16: 9 formatı  olduğunu düşünüyormuş. Böylece çerçeve,  Ho Chi Minh  Şehri’ndeyken 2.39: 1ve ormanda 16:9 olarak devasa gölgelik oluşturup grubu sarmalamış. 

Gorunum-Orani-–-Aspect-Ratio-3   

  1. 2.39: 1 “Görünüm Oranı – Aspect Ratio”

Grup yüzen bir pazarı tekneyle gezerken o dönemin popüler sistemi olan Super 8 kamera ile çekim yapıyorlar. Bu kısa sahne de aynı o dönemde olduğu gibi super8 kamera ile çekilip 2.39: 1’e dijital olarak dönüştürülmüş. Ayrıca tam oranı tutturmak için siyah kuşaklar kullanılmış.

Bu bir dönem müzik videolarında bir eğilim olan, ancak uzun metrajlı filmlerde nadiren kullanılan bir estetik.

Gorunum-Orani-–-Aspect-Ratio-4.

 

 

 

 

Tom McCarthy ve “Spotlight” filmi.

posted in: Film Yönetimi | 0

Tom McCarthy

Thomas Joseph McCarthy 7 Haziran, 1966) da New Providence, New Jersey, de dünyaya geldi.

İrlanda asıllı bir ailenin oğlu.

Yönetmen, Senaryo Yazarı ve de oyuncu. 

Tom McCarthy genellikle Bağımsız Filmler üreten bir sinemacı.

The Station Agent (2003), The Visitor (2007), Win Win (2011), Spotlight (2015), Stillwater (2021)

gibi.

Yönetmen: Tom McCarthy

Yazarlar: Josh Singer, Tom McCarthy

Cast: Mark Ruffalo, Michael Keaton,Rachel McAdams, John Slattery, Stanley Tucci.

“Spotlight” En İyi Film, En İyi Senaryo dallarında 2015 yılında Oscar ve En İyi Senaryo dalında BAFTA ödülü kazanmış bir film.

En İyi Yönetmen dalında da Tom McCarthy Oscar ve BAFTA’ya aday gösterilmiş.

Epey zaman geçmesine rağmen güncelliğini günümüzde de koruyan bir hikayeye sahip.

Ve bu gidişle gelecekte de bu güncelliği koruyacak gibi ne yazık ki….

Spotlight, 2002 yılında Boston Globe gazetesinde yayımlanmaya başlayan uzun soluklu bir haber dizisininden yola çıkıyor.

 Sonunda Boston’u ardından tüm Amerika’yı ve Katolik dünyasını sarsan bir skandalın açığa çıkarılma öyküsüne dönüşüyor.

Gerçek bir olaydan yola çıkan film. 1976 yılında bir rahibin çocuk tacizi suçuyla karakola götürülmesi ardından serbest bırakılmasıyla başlıyor.

Bu olay başta büyük yayın organları olmak üzere Medyanın ilgisini çekmiyor.

 Sinemasal mekanın akışı içinde hikaye 2001 yılının Boston Globe gazetesinde tekrar hatırlanıyor.

Bu arada gazetenin başına- dışarıdan biri – olduğu için de hoş karşılanmayan yeni biri getirilmiştir. Marty Baron’un ilk işlerinden biri, gazetenin uzun soluklu ve derinlemesine araştırmalar yapan ‘Spotlight’ ekibine start vermek oluyor.

70’lerden beri kim bilir kaç kez meydana gelmiş olmasına rağmen, görmezden gelinen, ya da örtbas edilen onlarca vaka böylelikle yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor.

‘Spotlight’ ekibinin uzun soluklu çalışması (2003 yılında Globe’un Pulitzer ödülü kazanmasını da sağlayan haber dizisi) hâkim çevreleri huzursuz ediyor.

Katolik Kilisesi’nin veya Kiliseyle iş birliği içindeki pek çok kişi ve kurumun, çocuk taciz ve tecavüzlerine nasıl göz yumdukları ve olayları profesyonelce nasıl örtbas edildiği gözler önüne seriliyor.

Sırf Boston’da yüze yakın rahibin taciz veya tecavüz ettiği neredeyse bine yakın çocuk olduğu gerçeği açığa çıkıyor.

Gazeteye basılan ilk haberle birlikte ise, yıllardır susan ya da susturulan ve ciddi travmalar yaşayan insanlar konuşmaya başlıyor. Katolik Kilisesi’nde taciz ve tecavüzün ne derece yaygın ve sıradan olduğu da böylece ispat edilmiş oluyor

Tom McCarthy, bu gazetecilik başarı hikâyesini dramatik sansasyonel tarza yönelmeden belgesel tadında izleyicilere aktarıyor.

Spotlight’ın ele aldığı meseleyi sunma konusunda da etik açıdan temkinli davrandığı söyleyebiliriz.

Film bize büyük ölçüde Alan J. Pakula’nın Robert Redford ve Dustin Hoffman’ın baş rolleri paylaştıkları 1976 yapımı ünlü filmi “Başkanın Bütün Adamları” nı anımsatıyor. Watergate skandalının ortaya çıkmasını sağlayan The Washington Post gazetesi muhabirleri Carl Bernstein ve Bob Woodward’ın yazdıkları kitaptan uyarlanan bir film “Başkanın Bütün Adamları”.

Her iki film de gazetecilerin, tanık bulma, delil toplama gibi süreçlere sadık kaldığı bir araştırmacı gazetecilik filmi

Tom McCarthy geçmişte kalan üstü örtülü gelmiş bir gazetecilik olayını gerçekliğe sadık kalarak perdeye aktarmayı tercih etmiş. Filmin karakterlerin tek özellikleri, araştırma yapıyor olmaları ve gerçeği kovalamaları. Günümüz filmlerinin aksine kişisel hayatlarına dair az sayıdaki sahne de yine tamamen konuya hizmet etmek üzere var.