95. Oscar Ödülleri’nde Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında yarışacak iki ilginç film.

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

“The Blue Caftan”  En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film Ödülü’ Fas  adayı.

95. Oscar Ödülleri’nde ilginç filmlerin başında bu şaşırtıcı derecede sıcak bir gay hikayesi geliyor.

Fas’ta İşlettikleri elbise dükkanını devam ettirmekte zorluk çeken yaşlı bir çift, genç bir çırağı işe alırlar. Bu genç çırak işe başladığında ağzından çıkan ilk kelimelerden biri “Hızlı çalışıyorum” olur. Bu aynı zamanda “Mavi Kaftan” ın yönetmeni Maryam  Touzani’nin yaklaşımını da tanımlıyor; Touzani, basit öncülünü o kadar hızlı bir şekilde kuruyor ki, tüm filmi beş dakika içinde çözdüğünüzü düşünebilirsiniz. Karısıyla para konusunda kavga eden içine kapalı bir eşcinsel terzi, bu genç adama akıl hocalığı yapmaya başlar.

Ancak bu öncülü statükoyu havaya uçurmak için kullanmak yerine, Touzani titizlikle geriye doğru çalışıyor ve bu ilişkilerde tahmin edebileceğimizden çok daha fazlası olduğunu gösteriyor. Ve neredeyse her fırsatta beklentileri altüst eden şaşırtıcı derecede sıcak bir hikâye yaratıyor. “Mavi Kaftan”, cinselliğini geç keşfeden eşcinsel bir adam hakkında bir film olsa da, özündeki aşk hikayesi gerçekten onunla karısı arasında bir hikaye; birlikte geçirilen bir ömür boyunca oluşabilecek arkadaşlık ve anlayışla ilgili. Touzani’nin kaçınılmaz ikinci sınıf özelliği,  evlilik kurumunun bir savunması; bir ömür boyunca bir insan diğerinin bilmediği yeni özelliklerini keşfedebilir

Yönetmen: Maryam Touzani

“The Blue Caftan”

“Joyland” Pakistan’ın 95. Oscar Ödülleri Uluslararası Uzun Metrajlı Film Adayı da bir gey hikâyesi.

Filmde Ali Junejo, yedek dansçı olarak işe girdikten sonra trans bir sanatçıya (Alina Khan) aşık olan evli bir adamı canlandırıyor. Bastırılmış duyguların hassas ve çoğu zaman üzücü bir portresi olan  “Joyland” hikayesinde kahraman içten gelen arzularıyla uzlaştıkça duygusal bir katarsise  dönüşür  

“Joyland”, Saim Sadiq’in ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesinde yazıp yönettiği 2022 yapımı Urduca ve Pencapça drama filmi. Filmde Ali Junejo, Rasti Farooq, Alina Khan, Sarwat Gilani ve Salmaan Peerzada rol alıyor.

Dünya prömiyerini 23 Mayıs 2022’de Cannes Film Festivali’nde Caméra d’Or için yarıştığı ‘Un Certain Regard – Belirli Bir Bakış’ bölümünde yaptı. Böylece “Joyland”, Cannes Film Festivali’nde prömiyeri yapılan ilk Pakistan filmi oldu ve gösteriminden sonra ayakta alkışlandı. Ayrıca festivalde en iyi LGBTQ, queer veya feminist temalı film dalında Jüri Ödülü ile Queer Palm ödülü kazandı. 

Pakistan’da eş cinsellik yasaklanmış olsa da Film, 18 Kasım 2022’de Pakistan’da gösterime girdi.  Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Pakistan’ı temsil ediyor.

Oyuncular: Lubna Azabal, Saleh Bakri, Ayoub Missioui

2022 Cannes Film Festivali, Belirli Bir Bakış FIPRESCI Ödülü

2022 Vancouver Uluslararası Film Festivali Panorama İzleyici Ödülü

“Joyland”

Güney Kore’ den devrimci bir dizi; Squid Game

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

 

Güney Kore

Güney Kore müzik ve sinemasıyla oldukça popüler bir dönem yaşıyor .

Parasite” filminin 2019 Oscar’ını kazanması ve suçların dünyasına boğazına kadar batmış örnek bir lise öğrencisinin çifte hayatını anlatan Güney Kore dizisi “Extracurricular” ın 2020 de Netflix de yakaladığı başarının ardından Güney Kore yapımlarına olan ilgi zaten çok artmıştı. Yine Güney Kore’ nın ekonomik ve sosyal yaşamına odaklanan “Squid Game” dizisinin bu kadar popüler olmasına şaşmamak gerekir.

“Squid Game” dizisinin detaylarına geçmeden önce diziyi daha iyi anlamak ve değerlendirmek için  önce Güney Kore’ nin tarihsel ve kültürel anlamda ekonomisine ve çalışma hayatına bir göz atmakta yarar vardır.

“Eğer yeterince çalışırsan ve kurallara uyarsan sonunda başarıya ulaşırsın” deyişi Güney Kore’ de halk tarafından uzun süre inanılan bir masal olagelmiştir…

 Amerikalıların destekledi Park Chung-Hee diktatoryasının 1961 de yıkılışından sonra ülke inanılmaz bir ekonomik başarı yakalamış ve dünyanın önemli endüstriyel güçlerinden biri haline gelmiştir.

1980 de demokratik bir yönetime geçilmesine rağmen ülkede hâkim olan eşitsizlik azalmamış aksine artmıştır.

Güney Kore ekonomisi büyük ölçekli holdingler tarafından yönetiliyor. Samsung, Hyundai ve the LG Group gibi dünyaca ünlü firmalar çok zengin birkaç ailenin tekelinde.

Ve ekonomiyi yöneten bu kişiler hukuk başta olmak üzere her alanda inanılmaz ayrıcalıklara sahipler. Bunun bir örneği yakın zamanlarda karşımıza çıktı.

Bir süre önce Samsung’un CEO su Lee-Jae-yong’ yolsuzluk ve rüşvet iddiası ile yargılanmış ama sadece 2.5 yıl ceza almış ve kısa sürede serbest bırakılmıştı.

Güney Kore hükümeti işçi protestolarına ve grevlere karşı acımasızdır. 2009 yılında Ssangyong otomobil fabrikasında olan grevin polis tarafından acımasızca bastırılışına da dizide dokunulduğunu görürüz.

VGi-Hun’un mali problemleri işinden atıldıktan sonra başlar. Çalıştığı fabrikadaki protestolara katılmış ve bu grev, grev kırıcılar tarafından 2009 yılında olan gerçek olaya benzer şekilde vahşice bastırılmıştır.

Güney Kore de intihar oranları da çok yüksektir. Özellikle yaşam sınırının altında yaşayan emekliler sıklıkla intihara başvurmaktadırlar.

Gençler ise benzer şekilde kendi mücadelelerini vermektedirler. Akademik yaşam üzerinde şiddetli bir baskı vardır. Özgür eğitin ortadan kaldırılmıştır. Gençler arasında işsizlik oranı %22 dir (2020 yılı verisi).

“Squid Game”
Yazan ve Yöneten: Hwang Dong-hyuk
Cast: Lee Jung-jae, Park Hae-soo, Wi Ha-joon, Jung Ho-yeon and Anupam Tripathi
2021, gösterim platformu: Netflix

Ucunda $45 milyon gibi bir ödül olan ve ilk bakışta çocuk parkında oynanan oyuna benzeyen bir seri yarışmaya katılmak istemez misiniz? Tabi ki istersiniz…

Ama iş bu kadar kolay değil…

Uyuşturulup gizli bir lokasyona sürükleneceksiniz. Burada sizin gibi aynı ödülün peşinde olan diğer yarışmacılarla karşılaşacaksınız. Mahkumlar gibi numaralanmış kıyafetler giyiyor olacaksınız. Magenta (mavi ve yeşil karışımı) renkte kıyafetler giyen maske takan silahlı muhafızlar sizi esir tutacak. Ve eğer oyunu kaybedersiniz öleceksiniz…

Protagonist, Seong Gi-hun ( Lee Jung-jae), kumar bağımlılığı olan bir şofördür  ve yaşlı annesine bakmakta zorlanmaktadır. Hem bu sorununu çözmek hem de borçlarını ödemek için oyuna katılmaya karar verir.

Diğer yarışmacılarında bu oyuna katılmak için kendi sebepleri vardır. Kang Sae-byeok (Ho-yeon) Kuzey Kore’den kaçmıştır ve Güney Kore’de yaşamaya çalışmaktadır, Abdul Ali (Tripathi) ise sürekli sömürülen bir göçmendir

Gi-Hun’ın sınıf arkadaşı Cho Sang-woo (Hae-soo) ‘Seoul National University – Seul Ulusal Üniversitesi’ den mezun olmasına rağmen iş hayatında başarısız olmuştur. Müşterilerinden çaldığı için de polis takibindedir.

Diğer bir yarışmacı olan cerrah ise organ mafyası ile iş birliği yaptığı için zor durumdadır.

Oyunun yöneticisi ve VIP olarak bilinen bir avuç milyarder ise ayrıcalıklı durumdadırlar ve yarışmacıların hayatları üzerine sürekli bahse girerler.

“Red Light, Green Light”, ın birinci bölümünden sonra sadece 201 kişi sağ kalınca yarışmacılar kalmak ve gitmek arasında bir oylama yaparlar. Oylar kalmak yönünde çıkar çünkü hiç kimsenin gidecek bir yeri yoktur ve en kötüsü olacağına dair umutları da yoktur.

Oyun ilerledikçe dayanışma emareleri de ortaya çıkar ve yarışmacılar aralarında ittifaklar oluştururlar.

Bölüm 6 da ise bu birliktelikler parçalanmaya başlar. Aynı hâkim düzenin kendisine karşı gelecek her türlü dayanışmayı parçalamak için oynadığı oyunların, kurduğu tuzakların sonucunda olduğu gibi…

İhanetler ortaya çıkar ama yine de birçok yarışmacı insanı değerlerden ve dayanışmadan vaz geçmediklerinin örneklerini gösterirler.

“Squid Game” aslında çeşitli anlatımlarla karşımıza çıkan (bir dönem Amerika’da sokakta yaşayan Vietnam gazilerinin zenginlerin öldürme arzularını tatmin eden yarışmalar yardımı ile sömürülmesi gibi) ezilen insanların oyunlar ve yarışmalar yoluyla sömürülmesini anlatan batı yapımlarının bir benzeri olan Dıstopik bir film .

Vahşi Kapitalizm eleştirisinin vurucu bir örneği olmasının yanı sıra on-line olarak gösterilmesinin de başarısında büyük rolü olsa gerek.

 

Güney Kore 2
Güney Kore 2

 

 

Stanley Kubrick ve Filmleri

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Stanley Kubrick

Sinema sanatının en yaratıcı ve etkileyici yönetmenlerinden biri olan Stanley Kubrick, 26 Temmuz 1928’de New York’da dünyaya geldi. Eğitim hayatı fazla başarılı olmayan Stanley’e Ortaokul yıllarında babası bir fotoğraf makinesi hediye etti ve oğlunun fotoğrafa karşı büyük bir ilgi duymasını sağladı. Genç Stanley Liseyi bitirir bitirmez de ‘Look’ dergisinde fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı.

1951 yılında arkadaşı Alex Singer’ın teşvikiyle sinemaya yöneldi.

İlk denemeleri belgesel filmler oldu.

Stanley Kubrick ’in çektiği ilk uzun metraj film 1953’te bütçesini kişisel kaynaklarıyla oluşturduğu ‘Fear and Desire’ dı. Kendi sınırlı bütçesinden finanse ettiği ama tamamlanınca yetersiz bulduğu filmin tüm kopyalarını toplattırdı.

Stanley Kubrick’in ikinci filmi ise 1954’te ailesinden topladığı para ile çektiği ‘Killers Kiss’ filmiydi. Bütçe yetersizliğinden dolayı Kubrick’i yine tatmin etmese de bu film, sinema pratiği açısından yönetmene önemli bir deneyim kazandırmıştır.

Nihayet 1956 yılında ilk defa profesyonel ekip ve oyuncularla çalışma olanağını yakalayarak Kara Film Türünün mükemmel örneklerinden biri olan ‘The Killing – Son Darbe’ filmini çekti.

Bu filmle Hollywood’un ilgisini çekerek Kirk Douglas’la  ‘Paths of Glory – Zafer Yolları’ (1957) ve ‘Spartacus’ (1960) gibi büyük yapımlara imza attı. Spartacus’un çekimleri sırasında filme kendinden başka hiç kimsenin müdahale etmesine izin vermediği ve hatta görüntü yönetmeninin çalışmalarına bile karıştığı için yapımcılarla arası açıldı.

Spartakus” filmi gişede çok başarılı oldu ve filmin görüntü yönetmeni Russell Metty ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ dalında o yılın Oscar ödülünü aldı.

Hollywood stüdyoları ile yaşadığı bu deneyim Stanley Kubrick’e bağımsız çalışmasının gerekliliğini göstermişti.

Para peşinde koşan aptal projeler yerine istediği filmleri gerçekleştirmek amacıyla 1962 yılında İngiltereye taşındı ve burada günümüzde birer Kült Klasik haline gelen bir seri film çekti.

Stanley Kubrick Filmleri:

Lolita (1962): Nabakov’un aynı adlı romanından uyarlanan bu film çıktığında epey tartışmalara yol açmıştı. Filmde, 12 yaşındaki kızla ilişkiye giren saygın bir profesörün hikayesi anlatılır.                                                                                                             

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb – Doktor Garipaşk, (1964): Yanlışlıkla nükleer felakete yol açan bir grup politikacı hakkında kara komedi türünde yapılmış olan film, nükleer savaş gerçeğini hem komik hem de korkutucu bir şekilde işler. Film, ‘En İyi Film, Yönetmen ve Senaryo’ dallarında Oscar’a aday gösterilmiştir.

2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Macerası, (1968): Bu film, yapılmış en iyi uzay bilimkurgu filmi olarak sinema tarihine geçerek ardından gelen bu tür filmlerin tümünü etkilemiştir. Film, tarihöncesi zamanlarda uzaylılar tarafından dünyaya bırakılan bir ‘kara taş’ın maymunların evrimine yol açmasıyla başlar; dev bir yaratığa ait iri bir kemik parçası maymun’un elinde havaya yükselir ve düşer bu esnada  etrafındaki nesneler slow-motion (yavaşlatılmış) çekimle etrafa dağılırlar. Maymun insanlığa doğru bir adım daha atarak “aleti” bulmuştur.

Kemiğin bir uzay aracına dönüşmesi ile insanoğlunun arada yaşayacağı binlerce yıllık tüm serüvenler atlanarak uzay çağına geçiş yapılır ki bu geçiş “Sinemasal Zamanın” nasıl işlediğini anlatan en iyi örneklerden biridir.

Ayda bulunan ikinci kara taşın ardından bir grup astronot Discovery adlı uzay gemisiyle Jupiter’e doğru klasik müzik eşliğinde yolculuğa çıkarlar. Ardından geminin kontrolünü elinde bulunduran bilgisayar (HAL) ile astronot David Bowman’ın çatışması başlar. İnsanlaşmış bir kişiliğe bürünen bilgisayar artık yaratıcısının komutlarını dinlememektedir (Frankenstein öyküsü.)

70mm negatif filme Cinerama tekniği kullanılarak çekilen sahneler izleyiciye olağanüstü bir persfektif ve mekan genişliği sunar.

Senaryosunu Arthur C. Clarke’la beraber 5 senede oluşturduğu Kubrick’in bu filmi ‘En İyi Görsel Efekt’ Oscar’ını almıştır.

 A Clockwork Orange – Otomatik Portakal, (1971): Anthony Burgess’in başarılı romanından uyarlama, kışkırtıcı, şok edici ve ibret dolu bu film, insanın içindeki nedensiz kötülüğü ve şiddet arzusunu sansürsüz gösterirken, seçme hakkının en önemli özgürlük olduğunu vurgular.

En yıkıcı şiddet temelde bireysel değil toplumsaldır. Toplum eleştirir görünse de aslında temel birim olan aileden başlayarak tüm sosyal alanlara uzanacak şekilde şiddeti besler ve geliştirir.

Adının anlamının film içinde hiçbir şekilde vurgulanmadığı bu özel film her bir ana bölümün kendi içinde başlayıp bütünlendiği epizodik bir yapı taşır.

Soğuk, mesafeli ve insanı ürküten bir anlatıma sahip olan ‘A Clockwork Orange’, İngiltere’de gösterime girdiğinde yasaklanmış ve perdede izledikleri gerçeği kabul etmekte zorlanan izleyicilerden büyük tepki toplamıştır. 

Barry Lyndon (1975): Film, fakir bir İrlandalı olan Barry Lyndon’ın çeşitli hilelerle sınıfsal basamakları çıkıp zenginliğe ulaştıktan sonra karanlık eylemleri yüzünden tekrar başladığı seviyeye düşmesini anlatır. Günümüz sinemasında çekilen benzer tema ve hikayeli bir çok filme ilham kaynağı olmuştur.

Çekimlerde dönemin atmosferini gerçekçi bir şekilde yansıtabilmek için doğal ışık kullanılmıştır. Mekan düzenlemeleri ile kostümler şatafat ve yapaylıktan uzak 18. Yüzyılın gerçeklerine sadık kalarak hazırlanmıştır. Zaten Kubrick’in bu filmi çekmesinin amacı gerçeklere sadık kalmadan salt izleyiciyi etkllemek amacıyla yapılan yapay dönem filmlerine bir eleştiri getirmektir.

 The Shining – Cinnet, (1980): Stephen King’in aynı adlı eserinden beyazperdeye uyarlanan bir korku filmidir. Jack Torrance, bütün kış karlar altında kalan bir otelin bakıcılığını üstlenir. Karısı ve teleptatik yeteneği olan oğlu Danny ile dağdaki ıssız otele yerleşen Jack, eskiden burada yaşamış olan insanların hayaletleri tarafından avlanır.

Jack Nicholson’un “Jack” karakterini canlandırdığı bu hikayede kahraman sonunda çıldırarak karısı ve oğlunu öldürmeye kalkışır…

 Full Metal Jacket (1987): Savaşın vahşiliği ve anlamsızlığı üzerine yapılmış en iyi filmlerden biridir. Amerikan Deniz Piyadelerini savaşa hazırlayan bir eğitim kampında başlayan hikayede, gönderildikleri Vietnam’da öldürme isteğiyle çılgınlaşan askerlerin ırkçılık ve korkuyla beslenen nefret dolu akıl dışı ama ibret verici hikayeleri anlatılır.Tam Kubrick’in sinema dilini yansıtacak şekilde taraf tutmadan tepeden bir bakış açısıyla ve anlatım aracı olarak yoğun görselliğin kullanıldığı bir yapıttır.

 Eyes Wide Shut – Gözü Tamamen Kapalı, (1999): Tom Cruise ve Nicole Kidman’ın canlandırdığı New York’da yaşayan, her şeye doymuş zengin ve entelektüel bir çiftin ilginç cinsel yolculukları anlatılır. Evlilik ve sadakat temalarının sorgulandığı film erotik sahneler açısından hayli zengindir.

Stanley Kubrick’in sinema dilinde diyaloglardan çok görsellik ön plandadır.

Ona göre sinema anlatmaz ama gösterir; yani imgeler herşeydir. Bu imgelere ulaşmak için de sinemanın tüm tekniklerini kullanır; ışık, açılar, çerçeveleme, geçişler, ufukta birleşen çizgilerin oluşturduğu perspektif vs. bir görüntü karesinde rastgele değil anlam yaratacak, bir bakışta olayı kavratacak şekilde tasarlanmalıdır.

Daha çok gerçeğin doğasına yorumdan uzak tarafsız bir şekilde yaklaşmaya çalışır. Tek bir doğru yoktur. Gelişen olayları olduğu gibi gösterirken, neyin doğru neyin yanlış olduğunun yorumunu izleyiciye bırakır. Böylece İnsanın kendisine ve dünyaya daha yukarıdan yansız ve olgun bakmasını sağlamaya çalışmaktadır.

Bazen bu anlatım kafakarıştırıcı hale de dönüşebilir; yani izleyiciden onu anlamak için dikkat kesilmesini kafa patlatmasını ister. Vurguladığı temalar her zaman insan üzerine yoğunlaşan ilginç, kışkırtıcı ve rahatsız edici temalardır.

İyi bir satranç oyuncusu olan Kubrick filmlerinin çoğunu romanlardan uyarlamıştır.

71 yaşında yaşama veda etti ve 40 yılı aşkın meslek yaşantısında sanırlı sayıda film çekti. İlk çıktıklarında eleştirmenler tarafından yoğun bir şekilde eleştirilen filmleri yıllar içinde birer kült klasik haline gelerek sinemaya ilgi duyanlar için esin kaynağına dönüşmüştür.

 

 

 

 

 

 

Sinema Nedir? Sürekli Sorulan Bir Soru…

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Sinema

Sinema Sanatının (Moving Images = Hareketli Görüntüler) yaklaşık 100 yıl öncesine giden icadından beri “Sinema bir teknolojik gelişme mi, bulgularını geniş kitlelere ulaştıran bir kitle iletişim aracı mı, sanat mı veya endüstri mi, yoksa hepsi birden mi ?” sorusu sürekli sorula gelmiştir.

Sinemaya “Çağın Sanatı” veya “7. Sanat” dendiğine sıklıkla rastlıyoruz.

“Her çağda öncelikli bir sanat biçimi bulunur. Sinema ise 20. Yüzyılın sanatıdır” (Andre Bazin:1966).

“Yedinci sanat kendisine gönül verenler için tüm sanatların modern, güçlü bir birleşimidir. Mimari ve müzik, bütünleyici olan resim, heykel, edebiyat ve oyunla birlikte, yüzyılların estetik düşününün altı ritimli korosunu oluşturmuştur.” (Ricciotto Canudo:1921. A. Dorsay:1990).

“Herkes resimlere güvenmez ama fotoğraflara inanır” Ansel Adams


Sinemanın sanat yönünü ele aldığımızda; nasıl bir sanat olduğu ve diğer sanat dalları ile olan ilişkileri ve hangi sanatların bir sentezi olduğu soruları da aklımızı kurcalar. Fotoğraf ve sinemanın sosyolojik perspektifine bakarsak bunun bir önceki yüzyılın ortalarında modern resim alanında ortaya çıkan ruhsal ve teknik krizin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Andre Malraux sinemayı plastik gerçekliğin ileri evrimi olarak tanımlamıştır.
Ressam ne kadar yetenekli olursa olsun yaptığı iş belli bir sınırın ötesine geçememektedir. Resim görüntü olmaya zorlanmış ve bu görüntüler sanat haline getirilmiştir fakat insan eli söz konusu olduğu için görüntü üzerinde bozulmalara yol açmıştır. On dokuzuncu yüzyıl bu krizin gerçek kaynağını görebilmiş ve bunun mitsel kaynağı Picasso olmuştur. Picasso’nun ardından “temsili kompleks”ten kurtulan çağdaş ressam fotoğrafın veremeyeceği kavramları resmetmeye başlamıştır.

“Fotoğrafın gücü nesneleri ve doğayı olduğu gibi gösterebilmesinde yatar. Fotoğrafik görüntü nesnenin kendisidir.” Andre Bazin.

Ressam renklerden, besteci notalardan, yazar sözcüklerden yararlanarak yapıtlarını ortaya koyarken, sinema sanatçısının gücü tüm bu disiplinleri birlikte kullanabilmesinde yatar.

Sinema görüntüleri bir dil oluşturacak şekilde anlamlı bir biçimde birbirine ekleyerek izleyiciye bir şey anlatmaya, bir kavramı açıklamaya, bir düşünce veya iletiyi ulaştırmayı amaçlar. Filmdeki her görüntü tek başına bir anlam taşıyabileceği gibi kendinden önce veya sonra gelen görüntülerle birlikte çok değişik anlamlara kavuşabilir.

“Sinemanın gücü gerçekliğidir. Bununla eşyayı anlatmaz, gösterir demek istiyorum.” Jean Cocteau.

“Benim yapmaya çalıştığım, insanların görmesini sağlamak” David W. Griffith.

Günümüzün çok gelişen sinema teknolojisi, büyük şirketlerin olağan üstü parasal gücü’nün de katkısıyla sinemayı neredeyse dünyanın 5. ekonomik gücü haline getirmiştir.

Alfred Hitchcock Filmleri Neden İzlenir…

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Alfred Hitchcock `izleyici yaptığınız filmleri seyretmek zorunda değildir” der.

Senaryoyu, çekim listesini veya kurguyu tamamlamadan önce hatırlanması gereken en önemli gerçeği vurgulamış olur böylece.

Özellikle mesleğin başındaki sinemacılar metaforlar, karakter psikolojileri ve semboller arasında kolaylıkla kaybolabilirler. Entelektüel karmaşa iyi hikayeler kurgulatabilir ama izleyiciyi filme bağlamaz.

Alfred Hitchcock showman’likle entelektüel hikâye anlatımı arasındaki dengeyi kurabilen ender yönetmenlerden biridir.

Birincil amacı anlattıklarını izleyicinin kolayca anlayabileceği kıvama getirmektir. Belirsizlikleri sevmez, karmaşa yaratarak izleyiciyi yorup kaçırmak istemez. İstediği tek şey onları gerilime sokmaktır.

Filmlerinin pazarlamasını yapmayı çok iyi bilir. `Psycho – Sapık – 1960` da olduğu gibi film henüz prodüksiyon aşamasında iken büyük bir reklam kampanyasına başlar. Konu ve kast olabildiğince gizlenir böylece film üzerinde büyük bir gizem ve merak oluşur.

Alfred Hitchcock ‘un kullandığı tekniklerden biri de “Anlatıcı” kullanmaktır.

Herkes iyi anlatılan hikayeleri sever; ama iyi anlatıcıların anlattığı hikayeleri.

Alfred Hitchcock Bu konuda adeta kendi markasını yaratmış bir yönetmendir. İzleyici her kamera hareketinin arkasında duymasa bile bu anlatıcıyı hisseder. Bir karakterin aklını okumanın türlü yolları vardır. Bunlardan biri de (sıklıkla ihmal edilen) “voice-over – dış ses” şeklinde karakterin düşüncelerini işitmektir.

Sır Saklamayı iyi bilir.

İzleyici daha filmin başlarında sadece tek bir karakterin bildiği bir sırrı sezinler. Film ilerledikçe bu sır ortaya çıkacak gibi olur ama çıkmaz. Diğer karakterler de bilmedikleri bu sır etrafında sürüklenirler. Böylece kahramanın yaptıklarına ve yapacaklarına olan ilgi ve merak sürekli taze tutulur. Heyecan artar, merakla bu sırrın ne zaman ve nasıl keşfedileceği beklenir.

 “Dramatic Space – Dramatik Alan”ı kendine özgü bir şekilde kullanır.

Günümüzde kopuk kopuk çerçeveleme, titrek kamera ve hızlı kurgu moda. Akıllıca kullanılırsa gerilimi arttıran bir yöntem olduğu kesin. Ama bir sahnede var olmayan gerilimi o sahneye yüklemenin yapay bir yolu. Birbiri ardı sıra gereksiz sıklıkta kullanıldığında izleyiciyi yorup bıktırabilir. Araya uzun çekimlerin ilave edilmesi bu problemi ortadan kaldıracaktır. Oyuncu-kamera mesafesinin değişmesi bile gerilimin yoğunluğunu değiştirebilir. Bir görüntü karesinde “Dramatik Alan” iki zıt kuvvetin birbirini etkilemesine izin verir; ön planda ve arka planda olup bitenler. Alan boyunca devam eden uzun çekimler de izleyici üzerinde duygusal bir etki yaratacaktır. Alfred Hitchcock sadece üç odadan ibaret basit setlerde bu iki zıt kuvveti çarpıştırarak ve uzun takip çekimleri yaparak gerilim yaratmayı başarmıştır.

Alfred Hitchcock karakterlerini gerekmedikçe konuşturmaz.

Amatör yazarlarda sıklıkla rastlanan en büyük hata bir karakter sahnede görünür görünmez onu konuşturmaktır. Eğer bu karakter hikaye akışı gerektirdiği için değil de sırf yazar istediği için konuşuyorsa ortaya çok sıkıcı ve anlamsız bir sahne çıkar.

Dramalarda yalan iyidir!

Özelikle yalan söyleyenlerin diyalogları çok ilginç olur. Eğer bir karakterin saklayacak bir şeyi varsa kaçınılmaz bir şekilde yalan söyler. Bu da izleyicinin merakını uyandırır. Merak sinemada izleyiciyi filme bağlayan en etkin duyguların başında gelir.

 

KÜLT KLASİK FİLMLER

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

 

Kült sözcüğü popüler kültür ve akademide çok çeşitli tanımları olan tartışmalı bir terim.

Kült sözcüğünün etimolojik kökenine bakarsak sanat ve edebiyat alanında kullanılan birçok kelime gibi Latince’den geldiğini görürüz. Kült sözcüğü, Latince ‘’Cultus’’ yani ‘’tapınma’’ anlamına gelir. İngilizce “Cult”, Fransızca “Culte” Almanca “Kult” ve Türkçeye kazandırılmış hali ise “Kült”.

Dini hareketlerin sosyolojik sınıflandırılmasına göre kült, sosyal olarak sapkın veya yeni inanç ve uygulamalara sahip dini veya sosyal bir grup olarak da tanımlanabilir.

Türkçede sözlük karşılığı kısaca tapma, tapınma, dini tören, ibadet, ayin.

‘’kült’ ’sözcüğü negatif bir özelliğe sahip olsa da, dini anlamda ele alınsa da bu tanımların dışında tanımlara da sahiptir ki bu tanımlar;

  • Özel bir grup veya toplumun belirli bir kesimince sevilen, popüler olan veya moda kabul edilen kitap, film vs. gibi bir eser.
  • Üretildiği veya gösterime sunulduğu anda pek başarılı olamayan fakat zaman içinde belirli bir izleyici kesimi nezdinde son derece popüler hale gelen kurmaca bir çalışma.

Böylece “Kült” kelimesini sinemaya da sokmuş olduk. Kült sevenlerin bağlandıkları filmlere karşı bir nevi tapınma davranışı yaşadıklarını da yadsıyamayız.

Kült Film deyince öncelikle bilinmesi gereken nokta bu filmlerin ‘’Klasik Film’’ olmadığıdır. Kesinlikle ‘’Klasik Film’’ ile karıştırılmaması gerekir.

‘’Klasik Film’’ gösterime sunulduğu tarihten yıllar sonra da–genellikle- değerini koruyarak, kitleler tarafından ilk günkü gibi beğenilen ve sinemanın klasik kurallarını uygulayarak çekilen filmdir.

“Citizen Kane – Yurttaş Kane”, “Gone With The Wind – Rüzgar Gibi Geçti”, “Casablanca – Kazablanka”, “Dr Jivago” , “Lawrence of Arabia – Arabistanlı Lawrence”, “The Godfather – Baba” , “Schindler’s List – Schindler’in Listesi” vs gibi filmler klasik film kategorisinden örnekler olabilir.

Kült Klasik film ile Kült film tanımları arasında oluşan farkı belirtmek yararlı olacaktır.

Star Trek, “Star Wars”, “Indiana Jones gibi filmler kendi dönemlerinin birer kült filmleri oldu ve zaman zaman alay konusu olan çılgın takipçileri vardı. Ama bu filmler kült klasik konumuna geçemedi. Günümüzde, özellikle “Star Wars -Yıldız Savaşları”, seriler halinde çekilen ve ana akım sinema endüstrisinin tüm pazarlama olanakları kullanılarak tüketilen yapımları haline dönüştüler

Kült Klasik film, alışılageldik anlamlar yüklenecek tarzı olmayan aykırı filmdir ve toplumun belirli kesimi üzerinde kültürel bir etki yaratarak bu kesimi aktive eder, bağlılık yaratır ve peşinden sürükler.

Toplum eleştirisi getirir ama bunu yaparken hikayesini alışılmışın dışında anlatır.

Kült Klasik film izleyicileri farklı ve garip olanı severler çünkü kültürel normlara karşıdırlar.

Bazen de nostaljik, artistik açıdan bir film izleyici tarafından kült haline getirilir. Bazen de o kadar kötüdür ki izleyici iyi olarak görür (o kadar kötü ki çok iyi) veya bundan bir melodram veya komedi çıkarılır.

Kült Klasik filmler ana akım sinemanın dışında üretilen filmlerdir lafı da pek gerçeği yansıtmaz. Stanley Kubrick’in “A Clockwork Orange – Otomatik Portakal” filmi en tanınan Kült Klasik örneklerinden biridir ve ana akım sinema ürünü olarak çekilmiştir. Filmin İngiltere sinemalarında gösteriminden sonra yönetmen tarafından gösterimden çekilmiş ve ana akım sinema ürünü olmadığı iddia edilmiştir. Film o zamanın ev sineması gösterim formatı olan VHS kasetler üzerinde gençler arasında elden ele dolaşarak sevilmiş ve kült film klasiği haline gelmiştir.

Kült klasik filmlerden bazılarının ya yönetmenleri tarafından–yukarıdaki örnekte olduğu gibi-ya da telif hakları sorunlarından dolayı ilk gösterimlerinden sonra toplatıldığını görürüz. Korku türünün en iyi ilk örneği kabul edilen “Nosferatu” Bram Stoker’un 1897 de yayınlanan “Drakula” Romanı ile telif hakları sorunu yaşadığı için toplatılmış ve imha edildiği söylenmiştir. Fakat kült takipçileri tarafından kopyaları kaçak olarak izlenerek bu günkü değerine ulaştırılmıştır.

Bir filmin nasıl bir Kült Klasiği haline geldiği ucu açık bir soru ve bu soruya sinema yazarları değişik cevaplar getiriyorlar;

Bir izleyici grubu bir filmde kendi gereksinimlerine karşılık verebilecek bir anlam buluyor ve çoğu kez bu anlam filmin anlatmak istediğinden tamamen farklı oluyor.

  • Bir filmde artistik açıdan–kostüm, renk dokusu, geçişler, kamera açıları vs-farklı ve çekici bir taraf fan gruplarını cezbediyor. “The Rocky Horror Picture Show” buna örnek verilebilir; film 1975 yılında gösterime sunulduğunda gişe yapamamış ama bir sene içinde fan grupları oluşmuş ve filmde kullanılan siyah file çorapları ve deri ceketleri giyen izleyiciler filmi gece sinemalarında 35 sene boyunca izlemişler. “Big Lebowski” filmi de–özellikle John Turturro’nun çizdiği Jesus Quintana karakteri-giysi stili özdeşleşmesi yönünden iyi bir örnektir.
  • Kült fanları çok aktif gruplar, ana akım izleyicileri daha ziyade pasif izleyiciler. Bu aktiflik rol model uygulamaları ve giyim tarzı gibi çeşitli şekillerde ifade edilebiliyor ve bir filmle özdeşleşme sağlanırsa o filme büyük bir bağlılık oluşuyor (tapınma!) ve o filmi sürekli ileriye taşıma eylemi gerçekleşiyor.
  • Bazı yönetmenler filmlerinde çift kod kullanarak o filme “B” filmi esintisi yüklüyorlar.
  • Kült Klasik filmler genellikle ana akım sinemanın uzun metraj filmlerinin klasik hikaye anlatımının dışında anlatım uygulayan filmler.

Ne olursa olsun bir Kült Klasik film çekmenin formülü yok ama her film de bir Kült Klasik film haline gelebilir diyebiliriz.

Bazı Kült Klasik Filmler

Nosferatu”1922

Yönetmen; F.W.Murnau

The Rocky Horror Picture Show, 1971

Yönetmen: Jim Sharman

Aguirre: The Wrath of God Aguirre, Tanrının Gazabı 1972
Yönetmen: Werner Herzog

A Clockwork Orange – Otomatik Portakal 1971

Yönetmen: Stanley Kubrick

The Yakuza – Yakuza 1974
Yönetmen: Sydney Pollack

An American Werewolf in London – Kurt Adam Londra’da 1981

Yönetmen: John Landis

Dünyayı Kurtaran Adam 1982

Yönetmen: Çetin İnanç.

The NeverEnding Story – Hiç Bitmeyen Öykü 1984
Yönetmen: Wolfgang Petersen

Barton Fink 1991
Yönetmen: Joel ve Ethan Coen

My Own Private Idaho – Benim Güzel Idaho’m 1991
Yönetmen: Gus Van Sant

Pulp Fiction – Ucuz Roman 1994
Yönetmen: Quentin Tarantino

The Shawshank Redemption – Esaretin Bedeli  1994
Yönetmen: Frank Darabont

Bottle Rocket 1996

Yönetmen: Wes Anderson

Cube – Küp 1997
Yönetmen: Vincenzo Natali

Seven – Yedi 1995
Yönetmen: David Fincher

The Big Lebowski – Büyük Lebowski 1998

YönetmenlerJoel Coen, Ethan Coen

Fight Club Dövüş Kulübü 1999
Yönetmen: David Fincher

American Psycho – Amerikan Sapığı 2000
Yönetmen: Mary Harron

Kült film örneklerinin videolarını izlemek için https://www.youtube.com/sinema_ekol

hesabımızı ziyaret edebilirsiniz.

 

 

 

 

Kara Filmler, Gölge ve Sinema, Bölüm 3

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Kara Filmler

Gölge ve Sinema

 

Panın Labirenti

 

Kara Filmler

Kara filmler, dünyayı yozlaşmış, namussuz insanların kol gezdiği bir yer olarak tasvir

eder. Kötülük hem ortada, hem de baskındır. Karakterler, iyi ve kötü arasında bir seçim

yapmak  durumundadırlar.

Böylece, varoluşsal sorular ön plana gelir. Filmlerde genel olarak, sinik ve umutsuz

bir tonun hâkim olduğunu söyleyebiliriz. 2. Dünya Savaşı sonrası Amerikalıların

içinde bulunduğu gergin ruh hali düşünüldüğünde, bu stilistik akım yeni bir boyut kazanır.

 

Kara filmler, soğuk savaş ve komünizmin getirdiği paranoyadan beslenerek, korkunun,

anlamsızlığın ve kötü talihin betimleyicisi olmuşlardır. Politik ve toplumsal kaygılar, her

ne kadar Alman dışa vurumculuğunda  olduğu gibi Amerikan sinemasında da somutlaşsa

da, geleneksel Hollywood anlatısına yedirilen gölgeli görüntüler

deneysellikten uzaklaşarak, seyirciyi daha çok bilinçaltından etkileyen bir takım temasal

kodlara dönüşmüştür.

 

Sinematografik seçimler, bir filmin stilini ve tonunu oluşturduğu gibi temayı da

güçlendirebilir. Bir dışavurum aracı olarak gölgenin, filmlerde rahatsız edici, bilinmeyen

unsurları ve tehlikeleri sembolize etmek için kullanıldığını gördük. Özellikle, yavaşça

süzülen siyah gölgeler en yerleşik imgelerden biri haline geldi. Örneğin, Haloween’de

(1978, John Carpenter) katil, kurbanına saldırmadan hemen önce onun gölgesini görürüz.

 

Sonuçta, sinemanın mesaj iletebilmesi için, seyirciler üzerinde çeşitli duygular

oluşturması gerekir. Gölge kullanımı, bunun en kolay yollarından biridir. Gizemli ve

korkutucu bir hava veren gölgelere, karanlık bir iç dünyanın gerçeklikle etkileştiği filmlerde

rastlanır.

Bu yüzden özellikle gerilim ve korku türlerinde kodlaşmış bir gölge estetiğinden

bahsedebiliriz. Gölge ayrıca, bazı gerçeküstü ve tuhaf durumlar ya da hayal sahnelerinde

de plastik bir öge olarak kullanılmaktadır.

Bu stil, Alman dışavurumcu ve kara filmlerde olduğu gibi bütün bir film

için de geçerli olabilir.

1960’lardan 2000’lere kadar, değişen ve yenilenen sinemasal anlatılar

içerisinde klasik kara filmlerin biçimsel özellikleri ile bütünleşen

çok sayıda film yapıldı. Neo-Noir ya da modern noir olarak adlandırılan bu filmler,

bahsettiğimiz gölge kodlarının yanı sıra, temaya bağlı ruh durumunu vurgulayan

karanlık görüntüler içeriyordu.

 

Basic Instinct

 

Bunların arasında, Taxi Driver (1976, Martin Scorsese), Blade Runner (1982, Ridley

Scott), Basic Instict (1992, Paul Verhoeven), 12 Monkeys (1995, Terry Gilliam) gibi birçok

başarılı yapım bulunuyor.

 

Black Swan

 

Diğer yandan, son dönemlerde David Lynch, Jim Jarmusch, Coen kardeşler

David Fincher, Aronofsky, Guillermo del Toro gibi yönetmenlerin dramatik bir etki

verebilmek için, kendilerine özgü yaratıcı bir ışıklandırma kullandıklarını gözlüyoruz.

 

GÖLGE VE SİNEMA, Bölüm 2

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Gölge  ve Sinema

2. Bölüm.

Nesferatu
Nesferatu-Bir Dehşet Senfonisi

 

Gölge ve sinema bağlamında gölgenin, ölülerin ve ölümcül yaratıkların bulunduğu öte dünyanın gerçekliğe sızan hayaletlerini temsil ettiğini söyleyebiliriz.

Örneğin, Nosferatu’nun duvara vuran gölgesi kötü niyetli olduğu anlaşılan ama zaptedilemeyen bir tehditin yaklaştığını bildirir.

Bu üslup, dışavurumculuğun gerçekliği ne şekilde ele aldığını da açıklar.

 

Gölge ve Sinema, Işık

Işık ve gölgenin belirgin karşıtlığına rağmen ayrılmaz birlikteliği, gerçeğin kötülük ve tehlikelerden arınamayacağını gösterir.

Canlılarda olduğu kadar dekorda da kullanılan keskin gölgeler bu savı doğrular.

Dışavurumculukta ışık ve gölge ile yaratılan karamsar hava, gerçekliği iyiyle kötünün, aydınlık ve karanlığın sürekli olarak çarpıştığı bir kabus gibi algılatır.

Zaten çoğu dışavurumcu film, deliliği ve insanı yıkıma götüren hırs ve tutkuları konu alır.

Alman dışavurumculuğu, stilistik olduğu kadar politik tutumu da olan bir akımdır.

Daha önce değindiğimiz gibi, insan, yarı karanlık bir dünyada iyi ve kötü yönlere aynı anda sahiptir.

Tam bir ışık olmadığı gibi tam bir bilinçlilik de yoktur.

Dışavurumculuğun gerçekliğe yaklaşımı, bu olguyu simgesel bir biçimde yorumladığı gibi belki de, daha büyük oranda insanın bilinç ve bilinçaltından oluşan

bütünlüğünün, daha büyük bir gölge tarafından tehdit edildiğini sezdirir.

 

Gölge ve Sinema, siyaset

 

Caligari
Caligari

 

Gölge, özellikle The Cabinet of Dr. Caligari’de (Dr. Caligari’nin Muayenehanesi) sezildiği gibi, yükselişe geçen Nazilerin gölgesidir.

2. Dünya Savaşı’nda tüm dünyayı karanlığa boğacak olan Naziler, Almanların hayatının ve dolayısıyla Alman sinemasının üzerine bir ağırlık gibi çökmüştür.

Burada, devletin yapısına yerleşmiş, insanların görmezlikten gelmeye çalıştığı bir takım karanlık güçlerin dışavurumu söz konusudur.

İlkel kavimlerde, kişinin ruhunu koruyabilmesi için gölgesine sahip çıkması gerektiğine inanılıyordu.

20. yüzyıla geldiğimizde ise insanın kendi gölgesi, gizli ve kötücül bir gölgenin baskısıyla gözlerden yitip gidiyordu.

Naziler güçlenirken, aralarında Fritz Lang, Robert Siodmak ve Billy Wilder’ın da bulunduğu bir çok Alman ve Avusturyalı yönetmen Hollywood’a göçetti.

Bu yönetmenlerin Amerikan sineması üzerindeki etkisi Film Noir – Kara Film akımını doğurmuştur.

Kara filmlerde, duvarların, yolların ve insanların üzerlerine düşen gölgeler, anlatımın standart parçalarıydı.

Bir odayı kaplayan panjur gölgeleri ya da hapishane demirlerinin çizgi çizgi, koyu karaltılar halinde mahkumun üzerine düşmesi artık klişeleşmiş görüntülerdi.

Bunlar karanlıkta kalmış adamlardı.

Sigara dumanıyla daha da bulandırılan sahneler, karakterlerin içinde bulunduğu uğursuzluk ya da bilinçsizlik durumunu arttırıyordu.

Devam edecek…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gölge ve Sinema

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Gölge

 

Gölge
Gölge

 

Gölge, sözcük anlamıyla, ışıkla aydınlatılmış objelerin ters tarafına düşen karaltıdır.

Fakat, ilkel çağlardan bu yana gölgenin, insanoğlu için bu fiziksel olguyla karşılaştırıldığında ağır basan yan anlamları vardır.

Golge, özellikle bir metafor olarak insan gölgesi, kimi kavimlerde kişinin sahip çıkması gereken ‘ruh’u olarak kabul ediliyordu.

Gölge’nin tarihsel bağlamda tanımı

Antik çağlarda ise Socrates, gölgeye metafizik bir anlam yüklemişti.

Socrates’e göre, ışık mükemmel ve kutsal bir iyilik ideası ile özdeşken, içinde yaşadığımız gerçek dünyayı da içeren gölgeler dünyası, belirsizlik, bilinemezlik ve geçicilik ile karakterize ediyordu.

Böylece gerçekliği, maddesel ve ruhsal olarak ikiye ayırmıştı.

Bu bakış açısı, Batı felsefesini ve dinleri derinden etkileyen en önemli düşünceydi.

Daha sonra gölge, tek tanrılı dinlerde ‘öte dünya’nın ve modern zamanlarda ise psikologlar tarafından kişiliğin karanlık yönlerinin simgesi olarak görülmeye başlandı.

Tarihsel açıklamalar da gösterir ki; gölge ve ona yüklenen anlamlar metafizik ve psikoloji bağlamında kilit bir dayanaktır.

Buna paralel bir biçimde gölge, insanı insana anlatan ve gerçekliğin en yakın temsili olarak kabul edilen sinema sanatında da geniş bir konudur

Gölge’nin sinemada estetik ve simgesel kullanımı

Sinemasal anlatıda gölge kullanımı, hem belirli dönemleri etkilemiş bir estetik, hem de bu estetikle beraber algılanan ve yorumlanan bir metafor ya da simge olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gölge Estetiği:

Yukarıda belirtildiği gibi, ışık ve gölge birbirlerine karşıt olarak görülür.

Işık burada apriori’dir; çünkü ışık olmadan gölge varolamaz.

Bu yüzden de gölge, her zaman bir varlığın göstergesidir.

İnsan hareket ettiğinde gölgesi onu takip eder.

Böylece temel bir metafizik karşıtlığı içinde barındırmış olur: gerçek ve gerçek dışı.

Işık ve gölgenin ikiliği, aynı zamanda psikoloji terminolojisinde, bilinç ve bilinçaltının ikiliği anlamına gelir. Buna göre insan, ışık ve gölge, bilinç ve bilinçaltı arasında yarı aydınlık bir değerde yaşar.

Sinema, gerçekliği olduğu gibi yansıtabilen görsel bir sanat dalı olmasına rağmen, dış dünyaya olduğu kadar iç dünyaya da yönelmiştir.

Sinematograf aygıtı ilk bulunduğunda, sadece kameranın önünde gerçekleşen olayları kaydeden bir medyum olarak algılanmıştı. Fakat çok geçmeden bu medyuma özgü anlatı biçimleri geliştikçe, sinemanın simgesel ve dışa vurumcu ifadelere yatkınlığı keşfedildi.

Filmlerdeki gerçekçi görüntüler bilinci gösterirken, gölgenin en sık kullanılan öge olduğu dışa vurumcu görüntüler, bilinçaltını ya da gerçekdışı dünyayı anlatmak için kullanıldı.

Bilinçaltına eğilim ilk önce, 1910 ve 1920’lerde ortaya çıkıp, sinema sanatını derinden etkileyen Alman dışa vurumculuğunda göze çarpar.

Alman dışa vurumculuğu, karakterlerin iç dünyasını ve psikolojik durumlarını görselleştirmek için çarpık duran dekorlar ve eğik kamera açılarının yanı sıra kontrastı vurgulayan bir aydınlatma ve abartılı gölgelerden yararlanır.

Bu akımın en çok bilinen örneklerinden The Cabinet of Dr. Caligari (1919, Robert Wiene), Nosferatu (1922, F.W. Murnau) ve M (1931, Fritz Lang) stilistik mizansenleri ve gerçeküstüne eğilen konularıyla, denetimsiz ve korkutucu bir bilinç dışını betimler.

Bu filmlerde, insanın olumsuz ve karanlık yönleri gölge ile sembolize edilir.

Devam edecek…

 

.

 

Günümüz Sinema Akımları

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Günümüz Sinema trendlerine kısa bir bakış atarsak, dönemden döneme popüler olan sinema türleri dışında tüm dünyada sinema yapımcılarının hedef kitlelerini belirleyen üç temel akımdan bahsedebiliriz.

Mainstream (Ana Akım) Sinema: Her ülkenin sinema endüstrisinin yatırım yaptığı, yüksek bütçeli ve her tür seyirciye hitap eden filmler. Bu filmler popüler konuları işler, fazla sayıda kopya ile çok geniş bir dağıtım ağında özellikle çoklu salonlu sinemalarda gösterime girerek, değişik medyalarda gösterilirler ve dağıtımın ardından yoğun pazarlama kanpanyaları ile filme ait yan ürünlerden de kazanç sağlarlar.

A sınıfı oyuncular ile fazla sayıda pahalı mekanlarda çekilen filmlerdir. Uzunlukları 90dak. ile 180dak. arasında değişebilir.

Ana Akım Sinema örneklerinin tanımı ülkeden ülkeye değişmekle beraber global anlamda düşünüldüğünde akla, en büyük sermayeye ve geniş dağıtım ağına sahip olması açısından, Hollywood Sineması gelir.

Superman, Batman, Spiderman, Lord of Rings. Transformers, serileri vs gibi yapımlar bu türe örnek olarak verilebilir.

Batman v Superman

Sanat Sineması: Ana Akım sinemaya, popüler kültüre karşı duruşları ile “sanat sanat içindir” anlayışını uygulayan filmler…

Bu tarz filmler taşıdığı değerler ve getirdiği yenilikler açısından sınırlı dağıtım olanakları ile  ticari sinemalarda yer bulamayarak genelde kısıtlı bir seyirci kitlesine ulaşabilirler.

Uzunlukları genellikle 60 dak. civarındadır ve fazla ünlü olmayan oyuncularla çalışılır.

1934 L’Atalante – Jean Vigo

1941 Citizen Kane – Orson Welles

1953 Tokyo Story – Yasujiro Ozu

1964 The Gospel According to Saint Matthew – Pier Paolo Pasolini

1966 Andrei Rublev  – Andrei Tarkovsky

1978 Days of Heaven – Terence Malick

1982 Fanny and Alexander – Ingmar Bergman

1996 A Clockwork Orange – Stanley Kubrick

2002 Mulholland Drive – David  Lynch

2009 The White Ribbon – Michael Haneke

The White Ribbon

Bağımsız Sinema: Sinemayı kendini ifade etme biçimi olarak gören, çoğunlukla sıra dışı konuları ele alan ve düşük bütçelerle çekilen filmler.

Büyük stüdyoların dışında çekilen bu filmler daha önce işlenmemiş konulara yenilikçi bakış açılarını uygulayan  ve bu yenilikçi fikirleri ile sinema anlatımını geliştiren deneysel filmlerdir. Bu tür sinema tarihine bir çok “Ataeur” yönetmen kazandırmıştır. Bağımsız filmler kendilerine her ülkede yer bulabilmelerine rağmen en iyi örneklerini yine Amerika’da vermişlerdir. Spike Lee, Kevin Smith, Bryan Singer, Sofia Coppola, Darren Aronofsky gibi isimler Amerikan sinemasının çıkardığı bağımsız yönetmenlere birer örnektir

1959 Shadows (1959), Yö. John Cassavetes

1973 Mean Streets (1973), Yö. Martin Scorsese

1974 Dark Star (1974), Yö. John Carpenter

1974 The Texas Chain Saw Massacre (1974), Yö. Tobe Hooper

1979 Mad Max (1979, Aus.), Yö. George Miller

1984 Blood Simple (1984), Yö. Joel Coen

1984 Stranger Than Paradise (1984, W. Ger/US), Yö. Jim Jarmusch

1984 The Terminator (1984), Yö. James Cameron

1989 Drugstore Cowboy (1989), Yö. Gus Van Sant

1989 Sex, lies, and videotape (1989), Yö. Steven Soderbergh

1992 El Mariachi (1992), Yö. Robert Rodriguez

1992 Reservoir Dogs (1992), Yö. Quentin Tarantino

1994 Clerks (1994), Yö. Kevin Smith

1995 The Usual Suspects (1995), Yö. Bryan Singer

1998 Run Lola Run (1998, Ger.), Yö. Tom Tykwer

1999 Being John Malkovich (1999), Yö. Spike Jonze

2000 Amores Perros (2000, Mex.), Yö. Alejandro Gonzales Inarritu

2000 Memento (2000), Yö. Christopher Nolan

2001 Donnie Darko (2001), Yö. Richard Kelly

2003 Lost in Translation (2003), Yö. Sofia Coppola

2004 The Passion Of The Christ (2004, It./US), Yö. Mel Gibson

Lost in Translation