Rudolph Valentino – Sessiz Sinemanın Latin Aşığı

posted in: Sinema Tarihi | 0

Asıl adı “Rodolfo Alfonso Raffaello Piero Filiberto Guglielmi” olan Rudolph Valentino 6 Mayıs 1895 de Castellaneta İtalya’da 4 çocuklu orta sınıf bir İtalyan ailesinin 3. çocuğu olarak doğdu.

Çok kısa sürede ünlü bir dansçı olan Rudolph 1919 da çıktığı bir turne esnasında aktör “Norman Kerry” ile tanıştı ve onun  tavsiyesi ile  bazı kısa filmlerde ufak roller alarak sinema kariyerine başladı.

Rudolph Valentino 1913 de Amerikaya göç ederek New York’a geldi.

Rudolph Valentino İlk evliliğini yarı – Cheroke  Yerlisi  yıldız “Jean Acker” ile yaptı. Kısa sürede ayrılan çift hakkındaki  dedikodulara göre daha düğün gecesi kendini otel odasına kilitleyen genç karısı aralarında hiç bir cinsel birleşme olmasına izin vermediği için evlilikleri yürümemiştir.

1921 de vizyona giren Yönetmen “Rex Ingram” ın ünlü filmi “The Four Horsemen of The Apocalypse = Cehennemin Dört Atlısı” filmi ona aradığı şöhreti getirdi.

1922 yılında sanat yönetmeni ve kostüm tasarımcısı “Natacha Tambova” ile evlendi.

Aynı sene “Lila Lee” ve sessiz sinemanın ünlü vamp yıldızı “Nita Naldi” ile birlikte oynadıkları “Blood and Sand” filmi gösterime girerek Valentino’yu dönemin en ünlü erkek Starı yaptıysa da 1923 yılında bağlı bulunduğu Paramount Pictures ile düştüğü anlaşmazlık sonucu bir süre hiç film çeviremedi.

1925 yılında Paramounth aktörün United Artists ile anlaşmasına izin verdi ve bu dönemde Alexander Pushkin’in bir hikayesinden uyarlama  “The Eagle” ve daha önce çektiği “The Sheik” filminin devamı olan ve ünlü Macar asıllı yıldız “Vilma Banky” ile beraber rol aldığı “The Son of The Sheik” filmlerini çekti.

Stüdyo’nun kıskançlığından dolayı film setlerine girmesine izin vermediği eşi Natacha’dan 1922 yılında boşandı ve Polonya asıllı yıldız “Pola Negri” ile yaşamaya başladı. 

Bir süre sonra artık bir sinema ikon’una dönüşen Valentino hakkında otel odasında bulunan pudra kutuları yüzünden eş cinsel olduğu dedikoduları çıktı.

Bu dedikodulara çok üzüldüğü söylenen aktör New York’daki Ambassador Otelinde mide kanaması geçirdi.

Başarılı bir ülser ameliyatına  rağmen operasyondan sekiz gün sonra 23 Agustos 1926 da henüz 31 yaşında yaşama veda etti.

Başlı başına dramatik bir gösteri olan New York’ daki  cenaze törenine 100000 kişilik bir hayran ordusu katıldı.

Cenazeye siyah elbiseli muhafızlar eşlik ediyordu (bunların Musolini tarafından gönderilen faşist askerler olduğu söylenmişse de daha sonra sadece kiralanan figüranlar oldukları ortaya çıkmıştır), insanların camlarda ağlaşarak seyrettiği törenden sonra cenaze trenle gömüldüğü Hollywood’a nakledildi.

Zehirlendiği de iddia edilen Rudolph Valentino’nun hayranları ölüm yıldönümülerinnde ünlü filmindekine benzer şeyh elbiseleri giyerek “Hollywood Forever Cemetery” deki mezarını yıllarca ziyaret ettiler. 

Rudolph-Valentino
  ” The Son of The Sheik – Şeyh’in Oğlu” Poster

 

Rudolph_Valentino-4
Rudolph_Valentino
Rudolph-Valentino-
“The Sheik”

Mavi Melek – Der Blaue Engel

posted in: Sinema Tarihi | 0

Mavi Melek – Der Blaue Engel

Sinema tarihine damga vuran filmler serisi.

Sesli Sinemanın başlangıcı 1930 ve 1960 dönemi.

“Mavi Melek = Der Blaue Engel – 1930”

Yönetmen: Josef von Sternberg, Senaryo: Robert Liebmann, Karl Zuckmayer, Karl Vollmoeller, Görüntü: Günther Rittau, Hans Scheeberger, Müzik: Frederic Hollander, Otto Hunte, Emil Hasler,  Oyuncular: Emil Jannings, Marlen Dietrich, Kurt Gerron

Süre: 98 dakika

Menşe: Almanya.

Sessiz sinemanın etkisini tümüyle yetirdiği bir dönemin başlangıcında çekilen bu Alman filmi İngiltere ve özellikle Amerika’da büyük yankılar uyandırmıştır.

Ünlü yazar  Heinrich Mann’ın romanından uyarlama olan bu film o sıralarda ABD’de yaşayan ve Alman Kara Film’lerinin Amerika’daki ilk uygulamalarını gerçekleştiren yönetmen Sternberg’e memleketinden gelen bir öneri olarak sunuldu.

Mavi Melek Projesi için düşünülen isimler, filmin de büyük ölçüde başarısını borçlu olduğu müthiş oyuncu Emil Jannings ve Brigitte Helm idi. Almanya’ya giden Sternberg orada 30’lu yaşlarına merdiven dayamış ve oynadığı filmlerle henüz başarıyı yakalayamamış olan Marlene Dietrich ile tanıştı ve erkekleri etkileyerek yok edişe sürükleyen vamp kadın Lola-Lola rolünü büyük bir sürpriz yaparak ona verdi. İkilinin yedi yıl sürecek olan duygusal beraberlikleri de böylece başlamış oldu.

Saplantılı bir aşk ve buna bağlı bir yok oluş hikayesini anlatan filmin konusu ise kısaca şöyledir; bir gece kulübünde şarkı söyleyen Lola-Lola  Profesör Unrat ile tanışır ve onun saygın kişiliğinden etkilenerek bir nevi hami olarak algılarken Profesör Unrat Lola-Lola’ya şehvetli bir aşk ile bağlanacaktır.

Bir aşk ve baştan çıkarma öyküsünün anlatıldığı filmin sonunda Unrat tüm bu saygın kişiliğini ayaklar altına alarak kaçınılmaz bir yok oluşa sürüklenecektir.

Alman sinemasının o dönemlerde çok düşkün olduğu düşüş, yok oluş ve mazoşizm temalarını  işleyen bu filmin kostüm ve dekorları da çok başarılıdır. Müzikleri ise tüm dünyayı dolaşmış ve hala günümüzde de dinlenmektedir. Dietrich’in erkeğin cinselliğinin kullanılarak aşağılanmasına aldırmayan femme fatale rolü sinemayı yıllar boyu etkilemiştir.

Mavi-Melek-1

Stanley Kubrick, Sinemanın Mozart’ı

posted in: Sinema Tarihi | 0

Stanley Kubrick

Stanley Kubrick, 26 Temmuz 1928’de New York’da doğdu.

Ortaokul yıllarında satranç ve fotoğrafla ilgilenmeye başladı. Liseyi bitirir bitirmez Look dergisinde fotoğrafçı olarak işe alındı. 1951 yılında arkadaşı Alex Singer’ın teşvikiyle sinemaya yöneldi. Orta metrajlı belgeseller yaptıktan sonra 1953’te kişisel kaynaklarıyla finanse ettiği ilk filmi Fear and Desire‘ı çekti. Kubrick, daha sonradan bu filmi çok amatör ve başarısız bulmuş, kimsenin görmemesi için kopyaları toplattırmıştır. 1954’te ikinci filmi Killers Kiss‘i de akrabalarından para toplayarak gerçekleştirdi. Bu iki film, izleyici ve eleştirmenler tarafından pek ilgi görmese de senaristlik, yapımcılık ve kurgu işlerini bizzat kendisi üstlenen Kubrick’e önemli deneyimler kazandırdı.

Stanley Kubrick, kara film türündeki The Killing‘de (1956) ilk defa profesyonel bir ekiple çalıştı.

Soygun yapan bir çetenin, güzel bir kadın yüzünden felakete sürüklenmesini konu alan bu filmle Hollywood’un ilgisini çekebildi. Daha sonra Kirk Douglas’la  Paths of Glory (1957) ve Spartacus (1960) gibi büyük yapımlara imza attı. Fakat, Spartacus’un çekimleri sırasında fazla kontrolcü davrandığı ve görüntü yönetmeninin işine müdahale ettiği gerekçesiyle Douglas’la araları açıldı. Fakat film çok iyi iş yaptı ve o yıl Russell Metty ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ dalında Oscar ödülünü kazandı.

Stanley Kubrick, stüdyoların para kazanmak için gerçekleştirdiği gösterişli fakat sığ projeleri yapmak istemiyordu. Spartacus’tan sonra, filmlerini istediği gibi yönetebilmek için bağımsız çalışmaya karar verdi.

1962’de Lolita filmini çekmek için İngiltere’ye gitti. Bu filmden sonra, İngiltere’ye yerleşti.  Sanatını zirveye taşıdığı bütün kült filmlerini – Dr. Strangelove, 2001: A Space Odyssey, A Clockwork Orange, Barry Lyndon, The Shining, Full Metal Jacket ve Eyes Wide Shut – burada gerçekleştirdi. Hayatını sinemaya adayan Kubrick, evini son model teknik aletler ve tam teşkilatlı bir kurgu seti ile donatmıştı.

Sinema çevresinde münzevi bir kişi olarak tanınan Kubrick, bir çok yazar, teknik eleman ve oyuncuyla evinde ya da telefonda görüşüyordu.

Fikrin bulunmasından senaryo yazımına, yapımcılıktan sanat ve görüntü yönetmenliğine, kurgudan dağıtıma kadar filmlerinin her aşamasıyla ilgileniyordu. Stüdyo yapımcıları ve beraber çalıştığı insanlar onun dehası ve vizyonunu hayranlıkla takip ediyorlardı.

Stanley Kubrick, milyon dolarların döndüğü film endüstrisinde çalışmalarını tam bir sanatsal bağımsızlıkla yürütebilen ender yönetmenlerdendir.

Filmleri:

Lolita (1962): Nabakov’un aynı adlı romanından uyarlanan bu film epey tartışmalara yol açmıştır. Aslında Kubrick, 12 yaşındaki üvey kızıyla cinsel ilişkiye giren bir adamın hikayesini filmleştirirken izleyiciyi düşünerek oto sansür de uygulamıştı.

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964): Yanlışlıkla nükleer felakete yol açan bir grup politikacı hakkında kara komedi türünde yapılmış olan film, nükleer savaş gerçeğini hem komik hem de korkutucu bir şekilde işler. Filmde, bir Nazi bilimadamının tavsiyeleri doğrultusunda hareket eden Amerikan yöneticilerin gerçek zihinsel seviyeleri gözler önüne serilir. ‘En İyi Film, Yönetmen ve Senaryo’ dallarında Oscar’a aday gösterilen bu film Kubrick’in en önemli başyapıtlarındandır.

2001: A Space Odyssey (1968): Bu film gelmiş geçmiş en iyi uzay bilimkurgu filmi olarak sinema tarihine geçmiş ve daha sonra bu türde yapılan bütün filmleri etkilemiştir. Kubrick, 5 yılını verdiği 2001’in senaryosunu Arthur C. Clarke’la beraber yazdı. Film, tarihöncesi zamanlarda uzaylılar tarafından dünyaya bırakılan bir ‘kara taş’ın maymunların evrimine yol açmasıyla başlar ve ardından uzay çağına geçiş yapar. Ayda bulunan ikinci kara taşın ardından bir grup astronot Discovery adlı uzay gemisiyle Jupiter’e doğru yolculuğa çıkarlar. Film, geminin kontrolünü elinde bulunduran bilgisayar (HAL) ile astronot David Bowman’ın çatışması ve Bowman’ın yıldız kapısından geçerek uzayda boyut değiştirmesi ile son bulur. Kubrick, 2001’le ‘En İyi Görsel Efekt’ Oscar’ı almıştı. İnsan ırkının bu gizemli yolculuğunun şiirsel görüntüleri ve görkemli tasarımları eşlik eden  olağanüstü bir klasik müzikle tamamlanır.

A Clockwork Orange (1971): Kışkırtıcı, şok edici bir film.

Stanley Kubrick bu filminde, insanın içindeki nedensiz kötülüğü ve şiddet arzusunu apaçık gösterirken, seçme hakkının en önemli özgürlük olduğunu vurguluyor. Toplumun en korkulan kişilerini temsil eden Alex, hırsızlıktan tecavüze, vandalizmden cinayete kadar her türlü suçu işler. Hapse atıldıktan sonra hükümetin suçluları ıslah etmek için geliştirdiği beyin yıkama metoduyla iyi bir vatandaş haline getirilir. Peki bu metod gerçekten işe yaramış mıdır?  A Clockwork Orange, İngiltere’de gösterime girdiğinde yasaklanmış ve izleyicilerden büyük tepki almıştır.

 Barry Lyndon (1975): Kubrick, 18. yüzyılda geçen bu filmi, şimdiye kadar yapılmış dönem filmlerinin yeterince iyi olmadığından yakınarak gerçekleştirdi. Film, fakir bir İrlandalı olan Barry Lyndon’ın çeşitli hilelerle sosyal merdivenleri çıkıp zenginliğe ulaştıktan sonra karanlık eylemleri yüzünden tekrar başladığı seviyeye düşmesini konu alır. Kubrick bu filmde, dönemin atmosferini en gerçekçi şekilde yaratabilmek için doğal ışık kullandı ve mekan seçimlerinde 18. yüzyıla oldukça sadık kaldı. Bu özellikleriyle Barry Lyndon, kostümlü balo hissi veren diğer dönem filmlerinden ayrılıyordu.

The Shining (1980): Stephen King’in aynı adlı eserini beyazperdeye uyarlama. Jack Torrance, bütün kış karlar altında kalan bir otelin bakıcılığını üstlenir. Karısı ve telepatik yeteneği olan oğlu Danny ile dağdaki ıssız otele yerleşen Jack, eskiden burada yaşamış olan insanların hayaletleriyle karşılaşır. En sonunda çıldırarak karısı ve oğlunu öldürmeye çalışır.

Full Metal Jacket (1987): Savaşın vahşiliği ve anlamsızlığı üzerine yapılmış en iyi filmlerden biridir. Amerikan askerlerini savaşa hazırlayan bir kampta başlayan film, Vietnam’da öldürme isteğiyle kendinden geçen askerlerin nasıl vahşileştiğini gösterir. Şiddet dolu sahneleri ve sert diyalogları ile savaş kabusunu yan tutmadan olduğu gibi anlatan bu film, Kubrick’in felsefesini bütün olgunluğuyla gözler önüne serer.

Eyes Wide Shut (1999): Kubrick son filminde, New York’da yaşayan elit bir çiftin cinsel yolculuklarını anlatır. Evlilik ve sadakat temalarını irdeleyen film, gerilim dolu atmosferi ve erotik sahneleriyle izleyiciyi yine sarsmıştır. Eyes Wide Shut, karısının sadakatinden şüphelenen Dr. William Harford’ın, bir fahişenin evinden gizli bir seks tarikatının ritüeline sürüklendiği macerasını anlatır.

Kubrick, her projeden önce yaptığı uzun araştırmalarla ünlüydü.

İletişimsizlik, savaş ve insanlıkdışı eylemler, onun filmlerinde yer alan belirgin temalardır. Bu yüzden eserleri trajedi ve komedi arasında bir yerde durur. Çağın entellektüel bilgilerinden de yararlanan Kubrick, insanın gelebildiği ya da gelemediği noktaları sürekli araştırmıştır.

Kubrick gerçeğin çok yüzlü olduğu görüşünü savunur. Fakat bu olaylara ve durumlara subjektif bakmak anlamına gelmez. Daha çok gerçeğin doğasına bilinçli bir şekilde yaklaştığı söylenebilir. Kubrick gelişen olayları olduğu gibi gösterirken, neyin doğru neyin yanlış olduğunun yorumunu izleyiciye bırakır.

Kubrick’in gerçekçiliği, hayatın önemsiz detaylarını gösteren doğalcı bir gerçekçilik değildir. Filmlerinde gereksiz diyaloglara asla yer vermez. Ona göre sinemanın gücü diyaloglardan değil bilinçaltına hitap eden güçlü imgelerden gelir. Anlam ise sonradan oluşmaktadır. O, filmlerinin müzik gibi duygular aracılığıyla kolektif bilinçaltına ulaşmasına çalışmıştır. Kubrick’in filmlerinde stil, sadece teknikle oynama amacıyla değil bir fikri vurgulamak için özenle tasarlanmıştır.

Bu anlamda 2001, Kubrick’in görsel deneyimini son noktaya taşıdığı en deneysel filmidir.

Filmleri, özenli ve titizce gerçekleştirilmiş teknik özellikleriyle, ilginç ve kafa karıştırıcı anlatımıyla ve kışkırtıcı temalarıyla hiçbir zaman kolay analiz edilemez.

1999 senesinde, 71 yaşında aramızdan ayrılan Kubrick, 40 yılı aşkın meslek yaşantısında yıllar içinde yavaş yavaş birer kült film haline gelen 16 film gerçekleştirmiştir..

 

 

 

 

Luc Besson’ dan bir klasik…

posted in: Sinema Tarihi | 0

Luc Besson

“The Big Blue- Le Grand Bleu” Türkçe adıyla “Derinlik Sarhoşluğu”.

Yunanistan ve Sicilya denizlerinin derinliklerinde çekilen eşsiz manzaraları ve  Eric Serra, Bill Conti imzası taşıyan 80’lerin elektronik müziği eşliğinde yönetmen Luc Besson’un şiddet dolu filmleri Nikita ve Léon’dan çok farklı.

Luc Besson’ un gizem ve romantizm dolu bu film karanlık ve esrarlı bir sona kavuşarak Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac dahil, o dönem kuşağını derinden etkilemiş.

Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) ve Enzo Molinari (Jean Reno) , birbirlerini çocukluklarından beri tanıyan iki arkadaştır. Sicilya’da yaşamakta olan Enzo, serbest dalış rekorunu 6 yıldır elinde bulundurmaktadır ve rakipsizdir. Peru’da yaşayan Jacques’a haber gönderip kendisiyle yarışmak istediğini söyler. Sicilya’ya gelen Jacques, arkadaşını kolaylıkla yener. Aralarındaki rekabet sürekli artar ve iki adam, inanılmaz derinliklere dalarlar. New York’da yaşayan Jacques’ın sevgilisi Johana (Rosanna Arquette) Sicilya’ya gelir ve bu anlamsız savaşın sonlanmasını ister.

Luc Besson’ un bu baş yapıtı fantastik bir yolculuğu, romantik komedi iskeleti üzerinde ve inanılmaz güzellikteki bir görseliğin eşliğinde anlatmayı başarıyor.

Luc Besson başlangıçta filmin kast’ı konusunda çok tereddüte düşmüş. Jacques Mayol rolünü Christopher Lambert ve Mickey Rourke’ a önermiş. Hatta kendisi oynamayı bile düşünmüş. Taki Jean-Marc Barr önerilene kadar. Ama Besson da filmde dalgıçlardan biri olarak bir Cameo rol oynamayı ihmal etmemiş.

THE BIG BLUE 1980’li yılların gişede de en başarılı Fransız yapımı; yalnız Fransada 9,193,873 adet bilet satmış.

Filmin Luc Besson ve Jean Reno’ya getirdiği şöhret malum ama Jean-Marc Barr filmden sonra öyle önemli bir projede yer alamamış ta ki 1991yılında Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’ e rastlayana kadar…

Europa, filmi uzun süreli bir arkadaşlığın temelini atmış, Barr, hem Trier’in çocuklarının vatfiz babası olmuş ve hem de Breaking the Waves (1996), Dancer in the Dark (2000), Dogville (2004), Manderlay (2005), The Boss of It All (2006) ve Nymphoomaniac (2013), gibi yapıtlarında rol almayı başarmış.

Luc-Besson
Luc-Besson

 

İzzet Günay; Türk Filmlerinin Kibar Oyuncusu

posted in: Sinema Tarihi | 0

İzzet Günay 21 Ağustos 1934 de İstanbul Sarıyer’de Mükerrem Hanım ile Necati Bey’in çocukları olarak Dünya’ya geldi.

Kendinden başka Hikmet isimli bir ağabeyi daha vardır. Sarıyer iskelesinde memurluk yapan babası çok şık ve zarif bir İstanbul Beyefendisidir. 1948 yılında çok genç yaşta hayata veda eder.

İzzet Günay başta kitap okuma zevki olmak üzere birçok özelliklerini babasından aldığını söylemektedir.

Daha 6 aylıkken babası Salacak iskelesine tayin edilince iskeleye en yakın evi alırlar ve ailenin bütün hayatı bu evde geçer. 

Genç yaşta iki çocukla dul kalan annesi büyük zorluk ve fedakarlıklarla iki çocuğunu yetiştirir. Ne yazık ki oda genç yaşta bir trafik kazasında hayatını kaybeder.

Ağabeyi Fikret Bey ise küçük İzzet’in okuyabilmesi için büyük bir fedakarlıkta bulunarak eğitimini bırakır ve çalışmaya başlar.

Orta okuldan sonra 1949 yılında Deniz Lisesine kaydolursa da kısa sürede askerliğin ona göre bir meslek olmadığını fark ederek ayrılır ve Haydarpaşa Lisesine girer. 

Haydarpaşa Lisesini bitirdikten sonra 1954-1955 yıllarında Cağaloğlu’ndaki İmar Müdürlüğünün Harita Şubesinde teknik ressam olarak çalışmaya başlar.

Çok iyi dans eden ve dans dersleri de veren İzzet Günay o dönemde mimar olmak istemekte, fakat ekonomik şartlardan dolayı çalışmaya ara vererek Üniversiteye gidemez.

1957 yılında askerliğini bitirerek terhis olduktan sonra Küçük Sahne’de “Kara Ağaçlar” altında piyesi ile tiyatroya adım atar.

Onu seçen kadroda “Haldun Dormen”, “Asaf Çiğiltepe”, “İlhan İskender” gibi isimler vardır. Haldun Dormen’in Cep Tiyatrosu okuluna kabul edildikten sonra bazı irili ufaklı roller alır ve “Kamp On Yedi” oyununda kendini göstererek asıl kadroya geçer.

Fare kapanı oyununda oynadığı mimar rolü en sevdiği rollerden biri olmuştur.

En son oynadığı “Altın Yumruk” oyunundan sonra sinemaya geçer.

1961 de Atlas sinemasında sahneye koydukları “Tatlı İrma” müzikali büyük bir başarı yakalar.  Bunun ardından 1962 yılında yapılan “Sound of Music = Pasifik Şarkısı” müzikali ise o kadar başarılı olmaz. 

Bir gün kulise o dönemlerde Hulki Saner’in asistanlığını yapan Orhan Aksoy gelir ve İzzet Günay’ı sinemaya davet eder.

1959 da baş rollerde Belgin Doruk, Zeki Müren ve Ayfer Feray’ın oynadığı “Kırık Plak” filmindeki Zeki Müren’in şoförü rolünü Tarık Dursun K.’ya borçludur.

Her gün tiyatronun önünden geçen Tarık Dursun baktığı afişlerde resmini gördüğü Günay’ın farklı tipini hemen fark ederek Osman Seden’e bahseder.

Seden’in yazıhanesine yapılan ziyaretin ardından filme başlayan İzzet Günay’ın sinemaya geçişi işte bu kısa rolle olur.

Sonra 1962 de “Çifte Nikah” da Ayhan Işık ve Leyla Sayar ile oynar. Ardından, “Çalınan Aşk”, “Tığ Gibi Delikanlı” filmleri gelir.

İlk baş rolünü ise Fatma Girik ile konuşan bir arabayı konu alan “Varan Bir” filminde oynar.  İkinci başrolü ise “Beni Osman Öldürdü” filminde gelir.

“Osman Seden” in “Beni Osman Öldürdü” filmi ilk kez çok geniş bir artist kadrosunu bir araya toplayan bir filmdir; Hulusi Ketmen, Ali Akpınar, Atilla Yelkenci, Öztürk Serengil, Sadettin Erbil, Ahmet Tarık Tekçe, Mümtaz Ener, Hüseyin Güler, Mürevvet Sim, Muallla Sürer, Türkan Şoray, Vahi Öz, İzzet Günay, Devlet Devrim, Hüseyin Peyda, Birsen Menekşeli, Aziz Basmacı, Leman Akçatepe, Muhterem Nur, Hüseyin Baradan, Sunay Uslu Tümay Tunçalp, Meriç Başaran, Kenan Kurt gibi.

1964 yılında Memduh Ün’ün yönettiği ve Yıldız Kenter’le birlikte oynadığı “Ağaçlar Ayakta Ölür” filmindeki rolünden dolayı Altın Portakalı ödülünü kazanır.

İlk evliliğini Dormen Tiyatrosunda Haldun Dormen’in sekreteri olarak çalışan Semine hanım ile yapar. 1963 yılında İzmir de Meral Selçuk’un evinde evlenirler.

5 Şubat 1928 de Fatihte doğan, emekli subay Zeki Bey ile Emine Hanım’ın tek çocuğu Semine Hanım liseden sonra güzel sanatlar akademisini bitirmiş iyi eğitimli bir hanımdır. Tiyatroda tanışan ve çok kitap okumak, sanat eserlerine karşı ilgi duymak gibi ortak yanları olan iki genç evlendikten sonra Teşvikiye’ye Kalıpçı sokağa taşınırlar.

Yerli sinemanın az rastlanan mutlu çiftlerinden biri olan Günay çiftinin mutluluğu uzun sürmedi. Altı yıl önce sürmenaj geçiren ve devamlı olarak tansiyondan şikayet eden Semine Hanım 1 Mayıs gecesi beyin kanaması geçirerek 4 mayıs 1968 cumartesi günü 20:25 de hayata gözlerini kapadı.

İzzet Günay 1970 de İstanbul’un tanınmış ailelerinden birinin uzun süre İngiltere’de yetiştirilmiş kızı İpek Umar’a gönlünü kaptırdı. Kendi aralarında nişanlanan çift daha sonra ailelerinin elini öpmeye giderler ve evlenirler.  Şubat 1972 de oğlu Ömer doğar.

İzzet Günay sakin bir hayatın iyice yerleşmiş prensiplerin adamıdır, efendi adamdır, kibardır, naziktir, dakik’tir, muntazam’dır ve programlıdır.

Hayatında davranışlarında büyük çıkışlara gereksiz davranışlara pek rastlanmaz. Hayatında fazla bir değişiklik de görünmez. İşinin haricinde evden çıkmayı pek sevmez.

Döneminin yerli film artistleri arasında giyimine en fazla dikkat eden oyuncudur. Giyinme bakımından yerli filmciliğin kıralı İzzet Günay’dır. Siyah renk çoraptan başka renk çorap giymez ve yurt dışından giyinir.

Antika eşya ve kitaba çok meraklıdır, pul koleksiyonu yapar, iyi olan her tür müzik dinler,

Unutamadığı anıları: geçirdiği deniz kazası, tiyatro da ilk sahneye çıkışı, ilk filminin ilk sahnesi, evlenişi, yedek subayda geçirdiğim araba kazası, ilk aşık oluşu ve eşinin ölümü. Golf oynamayı da çok sever.

Yılda yaklaşık 12 film olmak üzere 120’ye yakın film çeviren İzzet Günay 1972 yılında seks furyası başlayınca sinemayı bırakır.

Bu kararın ardında o dönem birçok sinema oyuncusunun yaptığı gibi sahneye çıkmaya karar verir.

Ayhan Işık, Fatma Girik, Sadri Alışık, Öztürk Serengil ve birçok sinema oyuncusu o dönemde sahneye çıkarak sinemada kazandıklarının çok daha fazlasını kazanmışlardır.

Böylece İzzet Günay da 1973 ile 1980 arasında Maksim gazinosunda çalışır.

Filmleri:

Yarın Ağlayacağım

Kader Yolcuları

Ekmekçi Kadın

Yalancı

Kumarbaz

Şeker Hafiye

Severek Ölenler

Elveda Sevgilim

Cici Bayanlar

Kolla Kendini Bebek

Macera Kadını

Yumruklar Konuşursa

Gurbet Türküsü

Kızılcık Dalları

 

 

 

Yönetmen Erdoğan Tokatlı – Türk Sinema Tarihinden Biyografiler

posted in: Sinema Tarihi | 0

YÖNETMEN ERDOĞAN TOKATLI VE SİNEMASI:

 Yönetmen Erdoğan Tokatlı 3 Haziran 1939 yılında Denizli’de doğdu ve 5 Haziran 2010 da İstanbul’da yaşama veda etti. 

İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi.

1958 yılında henüz öğrenci iken lise bünyesinde oluşan Türkiye’nin ilk sinema kulübünün kurucularından biri oldu.

O sıralarda Paris’de “I.D.H.E.C” isimli ünlü (Fransız Yönetmen Louis Malle’de o dönemin öğrencisiydi) bir sinema okulunda okumakta olan ağabeyi Atilla Tokatlının da bu kulübe –örneğin, Paris’te yayınlanan tüm sinema kitaplarını göndermek gibi- büyük katkısı olmuştur.

Üyeleri arasında reklamcı Ege Ernat, oyuncu Ayberk Çölok , Baykal Sezer gibi isimlerin de yer aldığı  ve dönemin aydınlarının yakın ilgisini çeken bu sinema kulübünde  arşivlerden çıkarılan bir çok filmin (örneğin, Rus sinemacı Sergei Einsenstein filmleri gibi) gösterimi yapılıyor, sinemaları tartışılıyor, Yönetmen ve yazarlarla tanışılıyordu.

O dönem sinema eleştirmenliği yapan Halit Refiğ, Nijad Özön gibi isimler de bu kulübün müdavimlerindendi.

Yönetmen Erdoğan Tokatlı’nın sinema’ya karşı büyük aşkı böylece doğmuş oldu.

Bu bağlamda “Akşam” ve “Tasvir” gazetelerinde, “Pazar Postası” dergisinde sürekli sinema yazıları yayınlandı.

Pratik Sinema yaşamı ise Memduh Ün, Duygu Sağıroğlu, Halit Refiğ, Orhan Aksoy gibi Yönetmen’lere asistanlık yaparak başladı.

Elia Kazan’ın “America America” filminde Yves Boisset’in  “Coplan Sauve Sa Peau” filminde ve  Maurice Pialat’ın belgesellerinde Yönetmen yardımcısı olarak çalıştı.

1964 yılında Yönetmen’ liğe başlayarak ilk ve en beğendiği filmi olan “Son Kuşlar” filmini çekti.

Senaryosunu Atilla Tokat’lının o dönem eşi olan senarist Ayşe Şasa’nın yine kendine ait “Tren” adlı hikayesinden yola çıkarak yazdığı bu filmin başrollerinde Ediz Hun ve Selam Güneri yer alıyordu.

Filmin yapımcısı ise o dönemin ünlü terzisi Mualla Özbek’tir.

O yıl “Antalya Altın Portakal” film festivalinde en iyi film ödülünü kıl payı kaçıran bu film yeni oyuncu Selma Güneri’ye en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandırmıştır.

Selim İleri bir yazısında “Liseli bir genç kızın hayata atılışını yerli dünyamızın acı renkleri ile bezemiş olan bu film, senaryoculuğuma yol açan çalışmalardan biridir” der.

Yönetmen’in Türk Sinemasının klasiklerinden biri sayılan bu filmin ardından “Eşref Paşalı” filmi geldi.

Senaryosunun Yılmaz Güney ile birlikte yazdığı bu filmde Yılmaz Güney, o sıralardaki eşi Nebahat Çehre, Erol Günaydın ve Aydemir Akbaş rol almışlardır.

Yönetmen Tokatlı’nın Türk insanının hem olumlu, hem de olumsuz yönlerini anlattığını söylediği filmin konusu İse kısaca şöyledir;

“Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakter Anadolu kökenli insanların yerleştiği Eşref Paşa semtinde yaşayan ve zengin bir müteahhittin kızına aşık olan kendi halinde, çelimsiz, kavgacı görüntüsü vermeyen bir gençtir. Fakat bir gün bu genç mahalleyi haraca kesen kabadayıyı döver. Böylece bir anda semtin bir numaralı adamı olur ve çevresini çeşitli insanlar kaplar.

Filmde yüreğe dayanan gücün paraya dayanan bir güç karşısında ne yaparsa yapsın çaresiz kalacağı ve yenik düşeceği anlatılmaktadır.”

1970’li yıllarda sinemayı kuşatan seks furyası sırasında ödün vermeyerek sinemadan uzaklaşır.

Günaydın ve Saklambaç gazeteleri için fotoroman yapar. Ardından Hürriyet grubunun yayınladığı Kelebek gazetesi için fotoroman üretir. Ayrıca Sezai Solelli ve Erdoğan Sevgin ile birlikte yeni yayına giren “TV’de Yedigün” dergisinde görev alır. 

1978’de Ümit Elçi ile birlikte “Focus Films of Turkey “dağıtım şirketini kurdu. 

Erdoğan Tokatlı’nın bir büyük başarısı ve Türk Sinemasına tartışılmaz katkısı da bu şirket ile yaptığı çalışmalardır.

İlginç ve kaliteli Türk filmlerini Avrupa ve Dünya televizyonlarına, kimi zaman da sinema salonlarına pazarladı. Kısa sürede yurt dışında tanınan şirket birçok film festivallerine de katılarak Türk Sinemasının adının duyurulmasını sağlamıştır.

“Sürü”, “Düşman”, “Yusuf ile Kenan”, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Adak”, “Almanya Acı Vatan” “Maden”, “ Kara Çarşaflı Gelin”, “Bedram”, “Arkadaş”, “Umut”, “Bizim Aile”, “Tarkan” gibi filmlerimiz   Almanya, İsveç, Norveç, Hollanda, Fransa, Belçika, İtalya, İsviçre, Yunanistan, İran, Mısır, İsrail Hindistan, Cezayir gibi ülkelere satıldı.

Özellikle “Sürü” filmi büyük ses getirdi ve bir Alman kanalı ile “Yılmaz Güney” belgeseli çekildi.

Bu dönemde Louis Marcorelles “Le Monde” gazetesinde  “Orada müthiş bir sinema var uzakta” diyerek Türk Sineması hakkında dört gün boyunca yazdı.

Fransızca, İtalyanca ve İngilizce bilen Tokatlı yine bu dönemde 20’ye yakın eseri Türkçe ’ye çevirdi.

1984 de senaryosunu Macit Koper’in yazdığı “Fidan” filmi ile sinemaya döndü.

Başrollerde Fikret Hakan, Nur sürer, Talat Bulut, Asuman Arsan ve Güler Ökten gibi oyuncuların yer aldığı, hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler alan bu filmde, yaşamını seyyar köftecilik yaparak kazanan tutucu bir baba ile çağdaşlaşmak isteyen kızı arasındaki kuşak çatışması akıcı ve duru bir anlatımla sergilenir.

Fidan’ın ardından “Güneşe Köprü”, “72. Koğuş”, “Sıcak Tatlı Yaz” ve  “El Kapıları”  gibi ilginç filmleri yönetti.

1989 da TRT için her biri 52 dakikalık 2 bölüm halinde “Çaylar Şirketten” isimli mini diziyi, 1996 da

yine TRT için her biri 50 dakikalık 10 bölümden oluşan “Seni Bekleyeceğim”  dizisini yönetti.

Yönetmen Erdoğan Tokatlı’nın en sevdiği çalışmalarından biri olan “Çaylar Şirketten” aslında bir televizyon filmi olarak tasarlanmış fakat TRT bunu 2 bölüm halinde bir mini dizi olarak göstermiştir.

Başrollerinde Halil Ergün, Yalçın Gülhan, Aydemir Akbaş, Meral Oğuz ve Niigün Akçaoğlu gibi sanatçıların yer aldığı filmin senaryosu, Refik Durbaş’ın aşağıdaki şiirinden yola çıkarak Yasemin Yazıcı ile birlikte oluşturulmuştur;

“Çaylar şirketten

İskelenin önü bir araba müşteri

Bir dizi otobüs

Arka camlarında bir sürü resim bir sürü yazı

Asaletin yeter Eşref Abi

Hepinizden dertliyim, ayrılık rüzgârı yeni esti

Serden olmasa al aşkımı at bagaja

Muhatabım kara tren”

1990 yılında çektiği “Boynu Bükük Küheylan” filmi Tokatlı’nın en son sinema filmidir.

Başrollerinde Kemal Sunal, Füsun Demirel, Aydan Burhan ve Murat Gürel’in yer aldığı filmin senaryosu da Erdoğan Tokatlı’ ya aittir.

Filmde, kapıcılık yapan dört çocuklu ve iki karılı Küheylan’ın hikayesi anlatılır. İlk karısı Asiye evlere temizliğe gider ve parayı kocasına getirir. Küheylan daha sonra beğendiği Gülbahar’ı Asiye’nin üzerine kuma alır.

Gülbahar Asiye’nin fal bakma yeteneğini keşfeder ve iki kadın falcılıktan para kazanmaya başlayarak Küheylan’ı terk ederler. Hikâye evin büyük oğlu Osman’ın ağzından ince bir hiciv ile eğlenceli bir şekilde anlatılır.

Erdoğan Tokatlı ayrıca 1991’lerde Tele On’ da yayınlanan 26 bölümlük “Belkıs Hanımın Konağı”

Dizisini yönetti. Bunu Kanal 6 için yapılan “Mahallenin Muhtarları” dizisi ve 1998’lerde yönettiği “Çiçek Taksi “ ve “Marziye” dizileri izledi.

Tokatlının son dizi çalışması ise TRT ile Film Yön arasındaki protokol çerçevesinde gerçekleştirilen

Yazar Muzaffer İzgü’nün “Dilber” isimli eserinden uyarlanan ve her biri 56 dakikalık 4 bölümden oluşan mini dizidir. 

Kendi ağzından sinemaya bakışı;

“Belirli bir dönemde çektiğim filmleri ve yazdığım senaryoları o zaman dilimi içinde beni etkileyen duygu ve düşüncelerime, ilgi alanlarıma göre yaptım. Kafamda ne varsa , hangi problem meşgul ediyorsa , duygusal olarak ne hissediyorsam onlar beni yönlendirdi.

 Filmlerimde özellikle bir mesaj vermek kaygım olmadı. Mesajın çok açık olmasına gerek yok. Hayatta nerede bir “elem” varsa orada bir hikaye ve mesaj zaten vardır. Hayattan dokunaklı bir kesimi alır ve iyi anlatabilirseniz o kendiliğinden mesaj olur. (Nitekim; “Fidan”, “72. Koğuş”, “Seyyid”  gibi filmlerinde toplumun kanayan bir yarasının ve sosyal sorunların başarıyla işlendiğini görüyoruz.)  Hiçbir zaman rast gele bir konu seçmedim. Filmin konusunun bir albenisi olmalı, film akıp giderken seyirci kendi yaşamını onunla kıyaslayabilmeli ve konunun içine girebilmelidir.

Benim için karakterler de çok önemlidir, filmde seyircinin sevip benimseyeceği canlı ve yaşayan karakterler çizmek isterim. Bu da büyük ölçüde oyunculara ve ekibe bağlıdır. Eğer oyuncular ve ekip sizi iyi anlarsa tam bir takım çalışması ile siz kıralı oynamadan kendiliğinden ortaya iyi bir iş çıkar.

 Kısaca anlatmam gerekirse Behçet Necatigil’in şu dizeleri benim için iyi bir filmin nasıl olacağını çok güzel açıklıyor;

 “Çoklarında düşüyor da bunca

Görmüyor gelip geçenler

Eğilip alıyorum

Solgun bir gül oluyor dokununca

Alıp alıp geliyorum

Uyumuyorum bütün gece

Kımıldıyor karanlıkta

Ne zaman dokunsam

Solgun bir gül oluyor dokununca”

Filmografi:

Filmleri ve TV Dizileri – Yönetmen:

Son Kuşlar – 1965

Eşrefpaşalı – 1966

Üç Öfkeli Adam -1971

Konuşan Katır At Yarışlarında – 1971

Biz Belayı Severiz – 1972

Bir Aşk Bin Ölüm – 1972

Hakikat – 1972

Fırtına Kemal – 1972

Zalim kartal – 1973

Tuzak – 1973

Tek Kollu Bayram – 1973

Aşka Dönüş -1981

Fidan – 1984

Seyyid – 1985

Suçumuz İnsan Olmak – 1986

Sıcak Tatlı Yaz – 1986

Güneşe Köprü – 1986

Yasemin – 1987

  1. Koğuş – 1987

Menekşeler Mavidir – 1987

Günah Gecesi – 1987

Sevgili Bayan – 1988

El Kapıları – 1988

Çaylar Şirketten – 1989

Boynu Bükük Küheylan – 1990

Elif Ana – 1991

Belkıs Hanımın Konağı – 1992

Mahallenin Muhtarları – 1992

İnsanlar Yaşadıkça – 1992

Sevgili Ortak – 1993

Rumuz Sev Beni – 1993

Küçük Kaçamaklar – 1995

Yalı – 1995

Çiçek Taksi – 1995

Marziye – 1998

Dilber – 1999

Baldız Geliyorum Demez- 2002 

Filmleri – Senaryo:

Ekmek Parası – 1962

Aşka Susayanlar – 1963

Süper Adam – 1971

Nasreddin Hoca – 1971

Namus ve Silah – 1971

Konuşan Katır At yarışlarında – 1971

Üç Öfkeli Adam – 1971

Hakikat – 1972

Fırtına Kemal – 1972

Biz Belayı Severiz – 1972

Bir Aşk Bin Ölüm – 1972

Zalim Kartal – 1973

Tuzak – 1973

Tek Kollu Bayram – 1973

Fidan – 1984

Dönme Sevgilim – 1985

Güneşe Köprü – 1986

Sıcak Tatlı Yaz – 1986

Suçumuz İnsan Olmak – 1986

Yasemin – 1987

Menekşeler Mavidir – 1987

  1. Koğuş – 1987

Sevgili Bayan – 1988

El Kapıları – 1988

Çaylar Şirketten – 1989

Boynu Bükük Küheylan – 1990

Elif Ana – 1991

Rumuz Sev Beni – 1993

Sevgili Ortak – 1993

Kaynak: Erdoğan Tokatlı ve Reyhan Tokatlı.

 

 

 

Türkiye Belgesel ve Kısa Film Tarihi II.

posted in: Sinema Tarihi | 0

Türkiye

1960-1980 Dönemi

Ertuğrul Karslıoğlu;

1946’da Göle’de doğan Ertuğrul Karslıoğlu, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Özel Yüksek Okulu’nu bitirdikten sonra 1973 yılında kurgucu olarak sınavla TRT’ye girdi. Ünlü yabancı belgesellerin Türkçe versiyonlarını hazırlarken estetik anlayışlarını ve görsel anlatımlarını inceleyerek belgesel ’in önemini kavradı. 1976 yılından itibaren yapımcı- yönetmen olarak çalışmaya başladı. İlk yıllarında ortak yapımlara imza atan yönetmenin ilk belgesel denemesi 1982 yılı yapımı “Likya Uygarlığı” oldu.

Yaklaşık 16 belgesele imza atan Karslıoğlu’nun en önemli belgesellerden biri de “Keçenin Teri” belgeselidir.

Bu belgeselin kazandığı bazı ödülleri şöyle sıralayabiliriz; 
’3. Ankara Film Festivali, Kısa Metraj Film Yarışması, Belgesel Dalı, 1990’.
’Uluslararası Monte Carlo Yaratıcı Belgeseller Yarışması, Bronz Madalya. 1992’,
’3. Asya Uluslararası Fukuoka Film Festivali, Büyük Ödül. 1995’. Ayrıca yine 1995 yılında ‘Sinemanın Yüzüncü Yılı’ nedeniyle seçilen yüzyılın belgeselleri arasında yer almıştır.

Semra Sander:

1967 yılında Türk Eğitim Derneği Ankara Kolejinden, 
1971 yılında Ankara Üniversitesi S.B.F. Basın Yayın Yüksek Okulundan mezun oldu.

Kariyerine 1972 yılında M.E.B. Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezinde prodüktör olarak başladı. Televizyon için eğitim programları hazırladı. 
1978 yılında TRT’ye girdi ve yapımcı- yönetmen olarak birçok belgesele imza attı.

İlk belgeseli 1986 yılında yapımı “Hayat Ağacı” olmak üzere imza attığı birçok belgeselin arasında 1989 yapımı “Motiflerin Dili” belgeseli bir çok ödülün sahibi olmuştur.

Türkiye’ de Bireysel çabalar:

Güner Sarıoğlu

1937 yılında Anamur’da doğdu. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisini bitirdi. 1962 yılında Ankara Radyosunda kariyerine başladı. TRT’deki görevini yönetici, yapımcı ve yönetmen olarak on yıl sürdürdü. 1972 yılında TRT’den ayrılarak Ankara Üniversitesi, Basın Yayın Yüksek Okulu, Radyo Televizyon Bölümünde Televizyonda Yapım, Yönetim, Sinema, Film ve Fotoğraf dersleri vermeye başladı. Okuldaki olanaklardan ve üretime dayalı eğitim ilkesinden yola çıkarak okul adına öğrenci katılımıyla hazırladığı “Ladik 76” belgeseli ile yurt içi ve yurt dışında çeşitli ödüllerin sahibi olmuştur.

Sonraki yıllarda yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği birçok belgesel film, yabancı televizyonların gösterimleri arasında yer aldı.

1982 yılında üniversitedeki görevinden ayrıldı. ‘Filma Film ve Haber Ajansı’nı kurarak kuzey Avrupa ülkeleri başta olmak üzere; ZDF, CBS BBC gibi birçok yabancı TV kuruluşları için yurt içinde ve yurt dışında belgeseller üretti ve yönetti. 2004 yılında Filma’dan ayrılarak fotoğraf çalışmalarına yoğunlaştı.

Süha Arın ile aynı dönemde Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olan Sarıoğlu da profesyonel bir sinemacıdır ve belgesel filme aynı açıdan bakar, hem eğitir hem de asistan yetiştirir. Ancak Arın’dan farklı olarak daha mistik bir insan duyarlığı üzerinde yoğunlaşır, lafını söylerken inceden hareket eder, belli belirsiz söyler.

Türkiye’ yi temsilen katılan “Ladik 76” belgeseli “Krakow ve Tempare” festivalinde ödül almış ve ‘Sinemanın 100. Yılı’ nedeniyle seçilen yüzyılın belgeselleri arasında yer almaya hak kazanmıştır.

“Keçe”, “Beritanlı” ve “Kapadokya” belgeselleri diğer önemli yapıtları arasında yer alır.

Hilmi Etikan:

1949 yılında Giresun’da doğdu. 1973 yılında Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1977 yılına kadar Paris’te, Conservatoire Libre du Cinéma Français / Fransız Sinema Konservatuarı’na devam etti. Yine ayni dönemde, Sorbonne Üniversitesi’nde Prof. Robert MAUZI yönetiminde ‘Fransız Yeni Roman’ akımının önde gelen isimlerinden Claude Simon’un ‘L’herbe – Ot’ isimli romanı üzerine, sinema-edebiyat ilişkilerini konu alan mastır çalışması yaptı. Türkiye’ye dönünce,1977 yılından başlayarak fotoğraf ve sinema dersleri verdi. Başta İFSAK ve TÜRSAK olmak üzere, çeşitli kurumlarda sinema birimleri oluşturdu. DİSK foto film merkezini kurdu ve 1980 tarihine kadar yöneticiliğini yaptı. Programını ve yürütücülüğünü yaptığı eğitim seminerleri ile ülkemizdeki sinema kültürünün gelişmesine katkıda bulundu. 
Kendi adına kurduğu ‘Senaryo ve Film Atölyesi’nde çalışmalarını sürdürdü. 

Hilmi Etikan’ın, yaptığı belgeseller dışında önemi, bugüne kadar gerçekleştirdiği çalışmalarla çok sayıda kişiyi sinema sanatıyla tanıştırıp film üretmelerine olanak sağlayarak Türkiye’ de kısa film ’in ayakta kalmasına büyük katkıda bulunan bir sinemacı olmasıdır.

Bu bağlamda değişik kurumlarca verilmiş “Emek ve Onur Ödülleri” ne sahiptir. 


İstanbul Tarlabaşı semtinde yol açmak için yok edilen tarihsel mimari dokunun nasıl tahrip edildiğini anlatan “Tarlabaşı, Tarlabaşı” belegeseli önemli bir belge niteliği taşır.

“Tarlabaşı, Tarlabaşı”,1986- 88 yılları arasında dönemin istanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından 386 tarihi nitelikli (tescilli) binanın ‘trafiği rahatlatmak’ gerekçesiyle izinsizce yıkılması sonucu gerçekleşen ‘Büyük Tarlabaşı Yıkımı’ İstanbul’un kentsel kimliğine yönelik en sert tahribatlardan biriydi.

Doğu-batı sentezinin, dünyadaki tek sivil mimari örneklerini oluşturan kentsel mirasın, trafiği rahatlatmak adına yok edilişini anlatan bu belgeselin çekimi, üç yılda tamamlanmıştır. Film 1989 yılında Türkiye adına yarıştığı Lozan ” 2. Festival International du Film d’Architecture et ‘Urbanisme – 2. Mimarlık ve Şehircilik Filmleri Festivali” nde 710 film arasında ilk beşe girme başarısını göstermiş ve UPIAV ödülünü kazanmıştır.

“Tarlabaşı Tarlabaşı”

Yönetmen: Hilmi Etikan, Yapım Tarihi: 1989, Süre: 28:00

Tolga Örnek:

1972 yılında doğan Tolga Örnek Robert Kolejnden sonra eğitimine İstanbul Teknik Üniversitesi Metalurji ve Malzeme Mühendisliği‘nde devam etti. Amerika’da University of Florida‘da malzeme bilimi üzerine yüksek lisans yaptı. Ardından American University Sinema Bölümü’nde yüksek lisans yaparak yönetmenliğe adım attı. “Hititler” ve “Gelibolu” isimli dramatik belgeselleri büyük ilgi topladı. Uzun metraj sinema filmlerine de imza atan yönetmenin belgesellerini şöyle sıralayabiliriz;

Atatürk (1998)”, “Kuruluştan Kurtuluşa Fenerbahçe (1999)”, “Topkapı Sarayı (1999”, “Tanrıların Tahtı Nemrut Dağı”(2000)”, Çeliğin Kalbi Ereğli (2001)”, “Hititler (2003)”, “Gelibolu (2005)”.

“Hititler”

Süre:1s 20dk. Oyuncular: Jeremy Irons, Fikret Kuşkan, Haluk Bilginer.

Plot: 3500 yıl önce var olan Hitit İmparatorluğunun yükseliş ve çöküş dönemlerine göz atan bir belgesel. Eski Zengin Doğu Kültürü’nün batıya kaydığı süreçte yitip giden bir halkın hikayesi. Bu halk o dönemin en büyük askeri ve politik gücünün de sahibi. Firavunların en zorlu rakibi. Belgeselin hazırlanışı sürecinde Mısır coğrafyasında, tarihi yerlerde ve müzelerde türlü çekimler ve uzmanlarla söyleşiler yapılmış.

“Gelibolu”

Süre:1s 58dk. Oyuncular: Jeremy Irons, Sam Neill, Zafer Ergin.

Plot: Belgesel, tarihte önemli sahneler yaşatmış bir dönemi mercek altına alıyor; Çanakkale Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı’nın zor zamanlarla dolu günleri. Dünyada belki de en büyük askeri çıkartmalardan biri olan bu savaşta Yeni Zelandalı, Avustralyalı ve Türk askerler olmak üzere bambaşka coğrafyanın insanları karşı karşıya gelerek inanılmaz kayıplar verdi.

Türkiye’ de canlandırma film alanındaki çalışmalar reklamcılık sektörü ile başlamıştır. 1950 yıllında uzun metrajlı bir canlandırma filminin çekildiği ama filmin stüdyo işlemleri için gönderildiği Amerika’da kaybolduğu söylenir.

Yine 1950’li yıllarda Yüksel Ünsal -Turgut Demirağ iş birliği ile kaynağı Nasrettin Hoca ve Keloğlan hikayeleri olan “Evvel Zaman İçinde” adlı ilk uzun metraj canlandırma filmi çekildi.

1960 yıllarda reklam sektörü, kısa canlandırma filmlerini reklam öğesi ile başarılı bir şekilde birleştirerek canlandırma filmin varlığını sürdürmeye devam etmiştir.

Bu dönemde, ilgi çekici bir hikaye canlandırma yoluyla anlatılıyor ve ardından ‘bu film falanca firmanın bir kültür hizmetidir’ diyerek film sonlandırılıyordu. Bu tarz filmlerde Afrika, Eski Roma, kovboy, boğa güreşleri, taş devri, uzay, Tarzan öğelerinin yanısıra, Dede Korkut, Alladdin, Evliya Çelebi, Karagöz- Hacivat vs. gibi yerli kültür öğeleri de kullanılıyordu.

1970’li yıllarda kısmen televizyonun kısmen de başka faktörlerin etkisi ile krize giren Türkiye sinema sektöründe uzun metraj filmlerin önünde gösterilen bir nevi sponsor takviyeli bu reklam – canlandırma filmlerinin üretimi de tamamen durmuştur.

1970’lerin ikinci yarısında DGSA’ya bağlı ‘Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda ‘Canlandırma Bölümü’ kuruldu. Bu dönemde TRT kurumu da canlandırma sektörüne ilgi göstermeye başlamıştı. Ardından Kültür Bakanlığı ve bazı resmî kurumlar kültürel ve eğitsel amaçlarla kısa veya uzun birçok canlandırma filmine destek sağladılar.

Fakat 1980’lerin ikinci yarısında TRT kurumu bir yolsuzluk nedeniyle canlandırma sinemasına verdiği desteği kaldırdı.

Bu dönemde Ali Murat Erkorkmaz’ın kendi kurduğu ArtNet stüdyolarında bir avuç canlandırma sevdalısı gencin hazırladığı filmler yabancı ülkelere ihraç ediliyordu.

Yine 1980’lerin ikinci yarısında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Canlandırma Sanatları Bölümü açıldı ki bu canlandırma sineması adına çok önemli bir gelişmedir. Reklam sektöründe de bilgisayar kullanımına geçilerek üretkenliği hızlı bir şekilde arttırma olanağına kavuşulmuştu.

Sinema Okullarının açılması ve Festivallerin kısa film gösterimlerini ve ödüllerini arttırması Türkiye’de kısa film adına umut veren gelişmeler.

Bugün ise, kısa film çok farklı bir evreyi yaşıyor diyebiliriz; dijital elektronik görüntüleme teknolojisinin devreye girmesi ile film çekimi kolaylaştı ve maliyet azaldı. İnternet üzerinden yapılan dağıtım- gösterim de kısa filmcinin önündeki duvarları yıkıp özgürlüğünü arttıran ve varlığını sınırları aşan çok farklı bir düzene taşımış durumda.

Not: TRT’nin elinde çeşitli zamanlarda çekilmiş çok zengin bir belgesel arşivi var.  Arzu edenler bu belgeselleri http://www.trt.tv/20153/belgesel adresinden izleyebilirler.

 

 

 

Türk Sinemasında Kısa Film ve Belgeselin Tarihi – I

posted in: Sinema Tarihi | 0

Türk Sinemasında Kısa Film

Türk Sinemasında Kısa Film özellikle belgesel çalışmaları hayli eskiye dayanır. Lumiere kardeşler kameralarının çektiği ve İstanbul manzaralarını kapsayan “İstanbul Sokakları”  görüntülerinden başlar. Osmanlı vatandaşı olan Janaki ve Milton Manaki kardeşlerin 1911 yılında çektiği “V. Sultan Reşat’ın Manastır Ziyareti” ve 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği söylenen “Ayastefanos Abidesini Yıkılışı” isimli filmlere kadar uzanan hayli eski bir geçmişi vardır.

Türk Sinemasında Kısa Film çalışmasına ilk başlayan firma ‘İpek Film’dir.

Firmanın bünyesinde senaryo yazarı olarak çalışan Nazım Hikmet ve şehir tiyatrolarının gözde oyuncusu Hazım Körmükçü dört ayrı kısa filme imza atan isimlerdir.

Nazım Hikmet’in ilk denemesi Kavuklu Ali, Zenne Necdet, Naşit Özcan gibi oyuncuları bır araya getiren “Düğün Gecesi/Kanlı Nigâr”, 1933 isimli orta oyunu çalışmasıdır.

Diğer iki filmi ise “Istanbul Senfonisi”, 1934 ve “Bursa Senfonisi”, 1934 filmleridir. Hazım Körmükçü ise kendi oynadığı bir Karagöz oyununu baştan sona filme alarak “Yeni Karagöz” isimli bir filme dönüştürmüştür. Bu filmler daha ziyade müzikal – şiirsel diyebileceğimiz sanatsal yaklaşımların ön plana alındığı belgesel nitelikli filmlerdi.

Yine bu dönemlerde iki tanınmış Sovyet sinema sanatçısı Sergei Yutkevich ve Lev Oscarovitch Arnstam Cumhuriyet’ in kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Basın Yayın ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak Türkiye’ye gelip “Ankara Türkiye’nin Kalbidir” isimli belgeseli hazırlamışlardır.

Türk Sinemasında Kısa Film çalışmalarına İpek filmle aynı yıllarda başlayan diğer bir firma da ‘Haka Film’dir.

Üç yıl boyunca yönetmen Kemal Necati Çakuş tanınmış Sovyet yönetmen Ester Schub’la iş birliği yaparak, bilgi ve malzeme toplayıp, “Türk İnkılabında Terakki Hamleleri” 1934/1937 belgesel filmi çekmişlerdir.

Bir süre yaşanan durgunluktan sonra 1950’li yıllarda hareketlenme başlar. Kore savaşı patlamış ve ülke haber – savaş filmlerinin akınına uğramıştır. Seyfi Havaeri “Kore Gazileri”, 1951 ve Kenan Erginsoy “Mehmetçik Kore’de”, 1951 filmlerini çekerler. Halk Film ise “Kore’de Türk Kahramanları”, 1951 filmini hazırlamaktadır.

Kore filmlerinin ardından İstanbul’un 500. fetih yılı da Atlas Filmin ürettiği altı bölümlük bir belgeselle kutlanır.

1954 yılında Münir Hayri Egeli’nin yapımı “Atatürk Sevgisi” filmi çekilir.

Bu dönemin en başarılı belgesellerinden biri de İlhan Arakon’un renkli olarak çektiği  “Bır Şehrin Hikâyesi”, 1954 filmidir. Dönemin en yeni teknikleri kullanılarak oluşturulan güzel görüntülerle İstanbul şehrinin Bizans’ tan bu yana hikâyesi anlatılır. 

Bu dönemin belgeselcileri bir nevi aydınlanma hareketinin öncüleri sayılabilecek insanlardır. Sabahattin Eyüboğlu, Mazhar İpşiroğlu, Azra Erhat,Vedat Günyol, Macit Gökberk, Aziz Albek, Melih Cevdet Anday gibi…

Bu isimler üniversitelerde verdikleri derslerde, yazdıkları makalelerde duygu ve düşüncelerini topluma aktarmaya çalışırken bir yandan da belgeseller üretiyorlardı.

1956 yılı Türk Belgesel Filmleri tarihi açısından önemli bir yıldır. Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroglu’nun birlikte hazırladıkları “Hitit Güneşi” belgeseli ‘Berlin Film Festivali’nde belgesel dalında ‘Gümüş Ayı’ ödülünü kazanır.

1959 yılında Sabahattin Eyüboğlu “Surname” isimli güzel bir belgesel daha hazırlar.

Eyüboğlu – İpşiroğlu ikilisi çalışmalarına devam ederler ve çok kıymetli dört belgesel daha üretilirler;

“Antalya Ormanları”, 1956

“Siyah Kalem”, 1957

“Anadolu’da Roma Mozaikleri”, 1959

“Karanlıkta Renkler”, 1959

1950’li yıllarda bazı uzun metraj film yönetmenleri ve yapımcılarının da belgesel çektiklerini görürüz. Metin Erksan, ‘Ordu Foto Film Merkezi’ için “Dünya Havacıları Türkiye’de”, 1957 belgeselini çekerken, ‘Acar Film Stüdyoları’ nın yöneticisi Şadan Kâmil de ‘Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’ için “Dağları Delen Ferhat” isimli belgeseli çeker. 1959 ‘Karlovy – Vary Film Festivali’ne de katılan bu ilginç belgesel Anadolu’yu dolaşan bir kamyonun hikayesini anlatır.

O dönemin sinema ortamında hayli etkili olan ‘Ordu Foto Film Merkezi’ komutanı Albay Nusret Eraslan da ordu mensubu subayların ve ailelerinin günlük yaşamını anlatan “Şanlı Ordumda Bir Sene” isimli belgesel filme imza atan resmi bir isim olur.

Metin Erksan’ın çektiği diğer bir belgesel de kendi kaynaklarını kullandığı “Nehir ve Uygarlık/Büyük Menderes Vadisi”, 1959 isimli filmdir.

Devam edecek…

 

 

Matrix – “The Matrix” Film 1999.

posted in: Sinema Tarihi | 0

“The Matrix” 1999 yılı yapımı bir bilim-kurgu aksiyon filmi.

Lana ve Lily Wachowski kız kardeşler tarafından yazılıp, yönetilmiş.

Önemli rolleri Keanu ReevesLaurence FishburneCarrie-Anne MossHugo Weaving, ve Joe Pantoliano gibi sanatçılar paylaşıyor.

Ütopik bir gelecekte geçen hikâyede simülatik bir gerçekliğin ürünü olan ve Matrix denilen bir ortamda makineler tarafından tutsak edilen insanların macerası anlatılıyor. Bir bilgisayar programcısı olan “Neo” takma isimli Thomas Anderson aynı zamanda çok usta bir “hacker” dır. Ancak siyah takım elbiseli ve siyah gözlüklü gizemli adamların sürekli takibindedir. Bir gece Neo, kendisini başka bir dünyaya götürecek olan güzel “Trinity” ile tanışır. Bu takibin nedenini de bu başka dünyada karşılaşacağı “Morpheus” dan öğrenecektir.

Neo, Morpheus’u bulup Matrix hakkında bir şeyler öğrendiğinde büyük bir komplonun içinde olduğunu anlar.

İçinde yaşadığını sandığı dünya aslında tamamıyla aldatmacadır. Tüm insanlık uzaydan gelen yaratıkların kölesidir. Neo, Trinity ve Morpheus’un da yardımıyla Matrix’ den kendini kurtarmayı başaran ve kendini bu düzeni yıkmaya adamış az sayıda insanın oluşturduğu gruba katılır…

“The Matrix” siperpunk alt türün başarılı bir örneği. Wachowski’ler hayran oldukları Japan Animasyon ve Savaş Sanatları filmlerinden esinlenerek filmin aksiyon sahnelerini düzenlemişler. Bunu başarmak için de Hong Kong aksiyon sinemasının dövüş sahnelerini tasarlayan koreograflarını ödünç almışlar. Film böylesine başarılı olunca da Hollywood sineması çektiği aksiyon filmlerinde benzer sahnelerin tasarımı için bu koreografları sıklıkla kullanmaya başlamış.

Filmin popüler ettiği diğer bir çekim tekniği de, “Bullet Time – Mermi Zamanı”. Bu özel efekti yaratmak için uygulanan belirli bir yöntem var. Kamera belirli bir karakterin hareketini slow-motion kaydederken sahnenin diğer bölümlerine bakış açısını değiştirmeden normal hızla kayıt yapması ile oluşan ve yükselme şeklinde bir algı yanılsaması oluşturan teknik.

Film’in içeriksel bir özelliği de Varoluşçuluk, Marksizm, Feminizm, Budizm, Nihilizm, Post-modernizm vs gibi sosyal ve dini mesajları alt metinlerde başarılı bir şekilde vermesi. Bazı eleştirmenler aksiyon sahnelerinin bu mesajları gölgelediği iddiasıyla filmi eleştiriyor olsalar da…

Süre: 136 dakika

Bütçe: $ 63 milyon

Gişe: Dünya çapında: $ 464 milyon.

Ödüller: 4 Oscar ve 37 çeşitli ödül. 50 adaylık.

Dövüş sahneleri için Hong Kong’lu ünlü dövüş sahneleri koreografı  Woo-Ping Yuen ile temasa geçilmiş ama Yuen başta teklifle ilgilenmemiş. Daha sonra senaryoyu okumuş ve hoşlanmış ama astronomik bir ücret talep etmiş. Wachowski’ler bunun saçma bir ücret olduğunu söyleyerek kabul etmemişler. Bunun üzerine Yuen filmdeki dövüş sahnelerinin yalnızca kendi kontrolünde olması şartı ile geri dönüş yapmış ve ekibe dahil olmuş. Çekimler başlamadan önce dört ay oyuncuları eğitmiş.

“Morpheus” Yunan Mitolojisinde rüya tanrısıdır. Bu tanım filmdeki işlevi ile ironik bir şekilde ters düşer. Çünkü o insanları içinde yaşadıkları rüyadan uyandırarak gerçeğe taşımaktadır.

Neo sıklıkla sıfır sayısı ile özdeşleştirilir. Bu arada “Cypher” (Joe Pantoliano tarafından canlandırılan ve Ajan Smith tarafından Mr. Reagan diye hitap edilen karakter) ismi de sıfır anlamına gelir. (Arapçada sifr). Sıfır ve bir birlikte modern bilgisayar sistemlerinin temeli olan binary data – sayısal veri’yi temsil ederler. Neo aynı zamanda 101 numaralı apartmanda yaşar.

Üçlü grup anlamı taşıyan Trinity filmde ilk kez 303 numaralı odada sahneye çıkar.

Bir bilgisayar ekranında izleniyormuş havasını vermek için Matrix de yer alan tüm sahnelerin baskın rengi yeşildir. Gerçek dünyada yer alanlar ise mavi renk.

Morpheus ve Neo arasındaki kavga sahnelerinde ise ne gerçek dünyada ne de Matrix de yer almadıkları için sarı renk hakimdir.

Frida, 2002 – Frida Kahlo ve Yaşam

posted in: Sinema Tarihi | 0

“Frida” 2002 

Yönetmen: Julie Taymor,

Kast: Frida (Selma Hayek), Diego (Alfred Molina), Leon Trotsky (Geoffrey Rush), Nelson Rockefeller (Edward Norton).

Bütçe:  $12.000.000

Dünya Hasılatı:  $56.298.470

Frida, sanat tarihinin sıra dışı insanlarından biri olan ressam Frida Kahlo’yu yine kendisi gibi bir ressam olan kocası, akıl hocası Diego Rivera ile yaşadığı sıra dışı çalkantılı yaşam üzerinden biyografi tarzında anlatan bir film.

Bir kadın yönetmen tarafından yönetilen, iki Oscar ödüllü bir film.

Frida Cahlo’nun yaşamı ne kadar çalkantılı ise filmin çekimi esnasında yapımcı Harvey Weinstein ile Selma Hayek ve yönetmen Julie Taymor arasında geçenler de hayli çalkantılı olmuş.

Selma Hayek tarafından kaleme alınan ve 2017 eylülünde New York Times da yayınlanan bir yazı yapımcı Weinstein’in film çekim sürecinde ortaya koyduğu uygunsuz seksüel davranışları gözler önüne sermiş.

Gerçek adı Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon olan Meksikalı ressam, 6 Temmuz 1907’de Meksika’nın güneyindeki Coyoacan’da doğdu.

Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ile Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in 4 kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Frida Kahlo sonraki yıllarda doğum gününü Meksika’nın devrim tarihi olan 7 Temmuz 1910 olarak değiştirecektir.

Henüz 6 yaşındayken çocuk felcine yakalandı.

O dönemlerde bu hastalık ölümcül bir hastalıktı. Pek çok çocuğun yaşamını elinden alan bu hastalığa direnerek kaderini yenmeyi başarmış ama bir bacağı diğerine göre daha ince kalmıştır.

1925 yılının 17 Eylül’ünde erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile okuldan dönerken bindikleri otobüs bir tramvayla çarpışır. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kazada Frida da ağır şekilde yaralanır. Sayısız kırık çıkığın yanı sıra karnından girip omurgalarını zedeleyerek dışarı çıkan demir bir çubukla hastaneye götürüldüğünde doktorlar yaşamanın ancak bir mucizeye bağlı olduğunun söylerler.

Frida bu mucizeyi gerçekleştirir ve ikinci kez ölümü yener…

Dinmeyen acıları Frida’yı uzun süre boyunca doktor, hastane, ilaç, yatak ve korselere mahkum eder. Tam 32 kere ameliyat olur, günleri yatakta geçer. Filmde başarılı bir şekilde vurgulandığı şekilde hiçbir zaman yaşama arzusunu ve resim yapmaya duyduğu büyük açlığı kaybetmez.

Babası Wilhelm Kahlo, ona özel bir karyola yaptırır. Annesi ise Frida’nın kendisini görebilmesi için tavana bir ayna asar. İlk portresini, ilk aşkı Alejandro Gomez Arias’a hediye eder. Bu oto portrelerin mükemmelliği Picasso’ya “biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtir… 

Kazadan iki sene sonra yürümeye başlayan Frida, bu dönemde sanat ve politika camialarında boy göstermeye başlar. Meksika Komünist Partisi’ne üye olur. Ancak aynı yıl eşi olacak Rivera’nın partiden ihraç edilmesiyle Frida da üyelikten ayrılır.

Bir yandan siyasetle uğraşırken bir diğer yandan da resim yapan Frida uzun süredir hayranı olduğu Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanışır. Çift 1929 yılının Ağustos ayında tüm karşı çıkmalara rağmen evlenirler.

Bu evliliğe şiddetle itiraz eden anne Matilde onların ilişkisini bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetir. Fakat tüm olumsuz eleştiriler Frida’nın umurunda bile olmaz.

Frida’dan 21 yaş büyük olan ve sadakatsizliği ile tanınan komünist ressam çok çapkındır, onu sürekli aldatır.

Ama Frida da boş durmaz evli olduğu sırada Amerikalı fotoğrafçı Nickolas Muray ile bir ilişkiye girer. Muray, Frida’ya körkütük aşık olur ama Frida’nın Diego’dan kopamayacağını anlayarak onu terk eder. Frida Kahlo’nun diğer bir büyük aşkı da Rus devriminin önde gelen isimlerinden biri olan Lev Troçki’dir. Frida evli bir adam olan Troçki’ye bağlanır ama karısının ilişkilerini fark etmesinden sonra Troçki Frida’ dan ayrılır.

Kendi tabiri ile acıların, aşkın ve devrimin kadını olan Frida Kahlo, 1954 yılında 47 yaşındayken akciğer ambolisinden yaşama veda eder. Yaşamının büyük kısmını yatarak geçirdiğini söyleyerek cesedinin yakılmasını ister.

Frida Kahlo, Diego’dan vazgeçme eşiğini şöyle açıklar:

“Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.”

“Her sabah benimle uyanmak istemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.”

“Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden ‘sen’ olduğun için vazgeçtim.”.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.