Andrei Tarkovsky diyor ki…

“Sinemada bir yönetmen bireyselliğini her şeyden önce zaman duygusuyla, ritimle ifade eder. Ritim, ayırt edilebilir stilistik özelliklerle bir esere renk verir. Ritim bir filmde doğal olarak ortaya çıkmalı, yönetmenin doğuştan gelen yaşam duygusunun bir işlevi olmalı ve zaman arayışıyla bağdaşmalıdır.”

In the cinema a director expresses his individuality first and foremost through his sense of time, through rhythm. rhythm gives colour to a work by distinguishable stylistic characteristics. Rhythm must arise naturally in a film, a function of the director’s innate sense of life and commensurate with his quest for time.

 

Andrei Tarkovsky diyor ki…

“Belli bir anlamda geçmiş, bugünkünden çok daha gerçektir. Başka bir deyişle daha istikrarlı, daha esnektir. Şimdiki zaman, parmakların arasında kum gibi kayar ve kaybolur, ancak hatırlandığında var olur. ”  

“In a certain sense the past is far more real, or at any rate more stable, more resilient than the present. The present slips and vanishes like sand between the fingers, acquiring material weight, only in its recollection.”

 

Federico Fellini’nin En beğendiği 10 Film.

  1. The Circus/City Lights/Monsieur Verdoux (1928, 1931, 1947, Charlie Chaplin)
  2. Any Marx Brothers or Laurel and Hardy films
  3. Stagecoach (1939, John Ford)
  4. Rashomon (1950, Akira Kurosawa)
  5. The Discreet Charm of the Bourgeoisie (1972, Luis Buñuel)
  6. 2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
  7. Paisan (1946, Roberto Rossellini)
  8. The Birds (1963, Alfred Hitchcock)
  9. Wild Strawberries (1957, Ingmar Bergman)
  10. 8 1/2 (1963, Federico Fellini)

Öncü Kadınlar – devam.

Öncü Kadınlar 

2020 yılı genellikle tüm dünyanın yanıra sinemacılar için de olumsuz bir yıl oldu.

Fakat kadın film yapımcıları için bir kilometre taşı olduğunu söyleyebiliriz.

San Diego Eyalet Üniversitesi Televizyon ve Sinemada Kadın Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı bir araştırmaya göre Pandemi Yılında de en yüksek hasılat yapan 100 filmden 16 sı kadın yönetmenlerin imzasını taşıyor. 

Bu sayı yetersiz görünse de yıllardır Hollywood’u saran cinsiyet dengesizliğinin aşılmaya başlandığının ilk göstergesi.

Hollywood’un Öncü Kadınlar ‘ı arasında sayabileceğimiz ve birinci bölümde bahsettiğimiz isimlerin yanında yer alan diğer beş isim ise şöyle;

Robin Wright

Biz Robin Wrihgt’ı uzun süre Sean Penn ile olan evliliğinden dolayı Robin Wright Penn olarak tanıdık.

Böylesine ünlü ve karizması yüksek bir aktör – yapımcı ile evli olmak onu bir süre geri plana atmış olsa gerek.

Hollywood’un Öncü Kadınlar ‘ı içinde haklı bir yere sahip olan Robin Wright “The Princess Bride – Prenses Gelin” deki performansı sayesinde 21 yaşında Hollywood da haklı bir üne kavuşmuştu.

Boşandıktan sonra çok daha aktif ve hırslı bir şekilde sinemaya döndü ABD’li aktris Robin Wright.

Önce bir kısa film yönetti.

Ardından aynı zamanda  rol aldığı “House of Cards” gibi ünlü bir dizinin 10 bölümünü de yönetti.

Yine rol aldığı son filmi “Land”, ölüme yaklaşan bir kadının vahşi doğadaki yaşam deneyiminin hikayesini anlatıyor

Film açılışını Sundance Film Festivali’nde yaptı.

Oncu-Kadinla
Robin Right

Kay Canon

ABD’li senarist Kay Cannon’u duymamış olabilirsiniz, ancak çalışmalarını bileceksiniz. 

Canon TV dizisi “30 Rock”  ve  “New Girl” ün yazarı olarak dikkatleri üzerine topladıktan sonra  “Pitch Perfect” üçlemesiyle yönetmenliğe adım attı

Ardından John  Cena ve Leslie Mann’ın oynadığı  2018 yılı hit komedisi Blockers” ı yönetti.

Hollywood’un Öncü Kadınları’ ından Kay Canon’un yazıp yönettiği son filmi “Cinderella – Külkedisi” romantik bir müzikal komedi. 

Filmde olağan üstü bir Cast’ı da bir araya getirmiş.

Camila Cabello, Billy Porter, Idina Menzel, James Corden, John Mulaney, Minnie Driver ve Pierce Brosnan.

                                                                                     Kay Cannon

Melanie Laurent

Inglourious Basterds”, “Beginners”  ve “6 Underground” filmlerinin yıldızı olarak tanınan  Fransız aktris Melanie Laurent, son 12 yılını film yönetmenmeye adadı.

Bunlar arasında kısa filmler, belgeseller ve ödüllü filmler vardı.

İkinci Dünya Savaşı draması “The Nightingale-Bülbül” ün  uyarlamasında, Dakota ve Elle Fanning’i kız kardeşler rol alıyor. 

Laurent’in son çalışması ise , yazdığı ve aynı zamanda rol aldığı gerilim filmi “The Mad Woman’s Ball”.

Oncu-Kadinlar
Melanie Laurent

Nia DaCosta

Candyman – Şeker Adam” fragmanı geçen yıl şubat ayında yayınlandığında büyük ilgi toplamıştı.

Ve Da Costa’nın korku türüne neler getireceği konusunda herkesi heyecanlandırmıştı. 

DaCosta’nın 2018’deki ilk uzun metraj filmi “Little Woods” (Tessa Thompson ve Lily James’in oynadığı bir suç gerilim filmi.

İzleyenler ise Candyman’i sabırsızlıkla beklemeye başlamışlar dı bile.

DaCosta’nın yeni misyonu ise “Captain Marvel 2”.

Nia DaCosta

Cate Shortland: ‘Kara Dul’

Avustralyalı yazar ve yönetmen Cate Shortland, 25 yılını kısa filmlerden televizyon dizilerine kadar her konuda başarılı eserler çıkararak geçirdi. 

Shortland, Cannes, Stockholm ve Sundance gibi festevallerde çok tanınan bir isim.

Somersault”, “Lore” ve “Berlin Sendromu” adlı uzun metraj filmleri de Avrupalı izleyici tarafından çok iyi biliniyor.

Böylece Cate Shortland  Scarlett Johansson gibi karizmatik bir starın  Marvel Sinematik Evreni’ne vedası için seçilmiş en iyi isim olsa gerek diyebiliriz.

Oncu-Kadinlar
Kate Shortland

Hollywood’un Öncü Kadınları olarak tanımladığımız bu kadın sinemacıların özellikle Marvel Yapımları gibi astronomik bütçelerle çalışılan filmleri yönetmeleri çok önemli bir nokta olsa gerek.

Gus Van Sant – Marjinal Yaşamların Anlatıcısı

Gus Van Sant

Gus Van Sant 24 Temmuz 1952 de Louisville, Kentucky, USA’ da Gus Greene Van Sant Junior olarak dünyaya geldi. Babası bir iş adamıydı.

Film yönetmeni, senaryo yazarı, ressam, fotoğrafçı, müzisyen ve yazar olarak çok yönlü kişiliğe sahip bir sanatçı.

Gus Van Sant hem bağımsız hem de ana akım sinema için çoğunlukla toplumun marjinal tarafa ittiği bireyleri – eşcinseller, şöhret hastaları, aylaklar ve uyuşturucu bağımlıları – konu alan filmler üretir.

Sanata olan ilgisi ilk defa ortaokul yıllarında gelişti. O zamanlar, marjinal biri olan resim öğretmeninden etkilenerek resim yapmaya başladı. Yönetmen o yıllarını şöyle anlatır.

“12 yaşımdayken diğer derslerden kaçmak için resim öğretmenimin atölyesine gidiyordum. Bugün reklamcılıkta kullanılan tarzda stilistik ve figüratif resimler yapıyordu. Eşcinselliğini de açıklamış biriydi. 1960’ların ilk yıllarında bu bana çok ilginç geldi. İlk defa eşcinsel olduğunu açık açık belirten biriyle tanışmıştım.”

İngilizce öğretmeninin sınıfta gösterdiği kısa filmler ve animasyonlar sadece resimle ilgilenen genç Gus üzerinde çok etkili oldu.

“Bu filmleri izledikten sonra, filmin aslında hareketli bir tablo gibi olduğunu fark ettim. Hikaye, bir resim gibi işlenerek filme aktarılıyordu. Ben de evdeki küçük kameramla bir animasyon film çektim. Çok kısa bir filmdi ama benim sinemaya geçiş sürecimde bir ilkti.”

Gus Van Sant 14 yaşına geldiğinde “Yurttaş Kane” i izledi ve sinema hakkındaki düşünceleri tamamen değişti. “Yurttaş Kane” sayesinde sinemanın popüler kullanımının ötesinde bir sanat olabileceğini fark etti.

1968 yılında Amerika’da gerçekleşen ve bir nevi kültür devrimi sayılabilecek dönemde New York’ da birçok deneysel yönetmenin filmleri gösteriliyordu. Yönetmene göre bu filmler, resim ve sinemanın bütünleştiği örneklerdi. Bu dönemde, filmin mutlaka öyküsel bir tarzla yapılması gerektiği düşüncesinden bağımsız olarak tıpkı dışa vurumcu resimler gibi filmler yapılıyordu.

Van Sant, daha sonra hem resim hem de film okumak üzere Rhode Island Tasarım Okulu’na yazıldı. Fakat ilgisi sürekli resimden filme doğru kayıyordu. Bu okulda ilk defa gerçek film yapımıyla tanışan Van Sant, film yapımının bütün elemanları ile- profesyonel kameralar, sesçi, oyuncular ve senaryoyla- çalışmaya başladı.

Fakat bir türlü yönetmen olabileceğini düşünmüyordu çünkü; fazla sessiz ve çekingendi.

Bir film yönetmeni sözünü geçiren bir kumandan gibi olması gerektiğine inanmıştı. Fakat zamanla bu düşüncesi değişti. Yönetmenlerin tek bir tarzda olması gerekmiyordu…

Van Sant, okul yıllarında dramatik durumları deneysel bir şekilde yansıtan filmler çekmekteydi. Bu filmlerde uyguladığı tekniklerin 2003’te çektiği “Elephant” filminde kullandığını söyledi.

“Bunlar aslında hikâye içindeki drama unsurlarının bir biçim olarak ele alınmasının örnekleriydi. Doğrusal olarak akan bir hikâye yerine filmleri kendisi için ve kendisini temsil edecek şekilde yapıyordum.”

Üniversiteden mezun olduktan sonra reklamcılık yapmaya başladı. Gus Van Sant, işten arta kalan vakitlerinde her yıl bir tane olmak üzere seri halinde tasarladığı ve kendi hayatını konu alan 3 dakikalık çok düşük bütçeli kısa filmler çekti. İlerde bunları bir araya getirmeyi planlıyordu.

Gus Van Sant, 33 yaşında 20.000 dolarlık bir bütçeyle ilk uzun metrajlı filmi “Mala Noche”yi çekti.

Bu film, Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği tarafından verilen ‘Bağımsız/Deneysel Film Ödülü” nü aldı ve Berlin Film Festivali’nde gösterildi. Bağımsız film yapımcıları için festivallerin bir sığınak gibi olduğunu söyleyen yönetmen, filmlerinin festivallerde yer almasından dolayı her zaman büyük bir mutluluk duyduğunu vurguluyor.

Gus Van Sant Filmleri ile Devam edecek…

Kaynakça: İmdb, wikipedia, indiwire, filmmakermagazine, Uluslararası İstanbul Film Festivali Gus Van Sant Söyleşisi.

 

 

 

Alfonso Cuarón ve Filmleri

Alfonso Cuarón

Alfonso Cuarón Orozco 28 Kasım 1961 de Mexico City, Meksika’da dünyaya geldi. Çocukluk yaşlarından itibaren ya film yönetmeni ya da astronot olmak istiyordu.  Fakat orduya katılmak istemediği için astronot olma hayaline veda etti, film yönetmeni olma arzusuna sıkı sıkı sarıldı.

Evine çok yakın bir mevkide iki sinema stüdyosu vardı; “Studios Churubusco” ve “Studios 212”. Bu stüdyoları neredeyse her gün ziyaret ediyordu. Temel eğitimini tamamlayınca hemen bir sinema okuluna başvurdu; C.C.C. (Centro de Capacitación Cinematográfica).

Fakat reddedildi, çünkü okul 24 yaşın altında öğrenci kabul etmiyordu. Ardından sinemaya hiç sıcak bakmayan annesinin ısrarıyla felsefe okumaya başladı.

Ama Alfonso Cuarón’un sinema arzusu sönmemişti

C.U.E.C. (Centro Universitario de Estudios Cinematográficos) sinema okuluna da kaydoldu. Sabahları felsefe, akşamları sinema okuyordu. Aldığı felsefe eğitiminin sinema kariyerine büyük katkısı olduğu psikolojik gerilim atmosferi yüksek katmanlar taşıyan filmlerinden kolaylıkla anlaşılır.

Alfonso Cuarón’un birbiri ardı sıra çevirdiği filmler onun ülkesinde tanınmasını sağladı ama uluslararası şöhrete 2004 yılında yönettiği “Harry Potter and Prisoner of Azkaban-Harry Potter ve Azkaban Tutsakları” filmi ile ulaştı.

130 milyon dolar bütçe ile çekilen film dünya çapında 800 milyon dolar gişe yaptı.

2018 yılında yazdığı, yönettiği, görüntü yönetmenliğini yaptığı ve de ortak kurgucu olarak katkıda bulunduğu çocukluk anılarının hikayesini anlatan “Roma” filmi çok ses getirdi. 2019 “Golden Globe-Altın Küre” ödüllerinde “Yabancı Dilde En İyi Film” seçilirken yönetmene de “Sinema Dalında En İyi Yönetmen” ödülünü kazandırdı.

Alfonso Cuarón’u önümüzdeki dönemde “A Boy and His Shoe” isimli projede senaryo yazarı olarak göreceğiz. Film, ailesi ile birlikte İskoçya’ya taşınan bir Fransız kızın sorunlu iki İskoç oğlan ile olan ilişkisini anlatıyor.

[metaslider id=”4029″]

Bernardo Bertolucci ve “Conformist”

 

Bernardo Betolucci g
Bernardo Betolucci Emmy Ödülünü Alırken

 

Bernardo Bertolucci, 16 Mart 1941 de şair Attilio Bertolucci ve öğretmen Ninetta Giovanardi’nin çocukları olarak Parma İtalya’da dünyaya geldi, Babası İtalyan, Avusturyada dünyaya gelen annesi ise İtalyan ve İrlanda kökenliydi.

Yönetmen, Senarist, Şair Pier-Paolo Pasolini babasının yakın arkadaşıydı. Bu şansı kullanan genç Bernardo, Passolini’nin asistanı olarak kolayca sinemaya adım attı.

Böylece Roma Üniversitesindeki eğitimini yarıda bırakarak Pasolini’nin yönettiği “Dilenci” filminin yardımcı yönetmenliğini üstlendi.

60’lı yıllarda olağanüstü bir çıkış yakalayan yeni dalga İtalyan sinemasının ustalarıyla hep birlikte oldu.

Onlardan etkilendi, çok şey öğrendi ama sonunda hepsini harmanlayarak kendi kimliğini oluşturdu.

Komünist kimliğini (ki bunu 1964 yapımı “Devrimden Önce” filminde de görüyoruz) hiçbir zaman inkar etmeyen Bernardo Bertolucci sürekli politikanın içinde olurken haz ve güzellikten vazgeçmedi.

Bernardo Bertolucci Dostoyevski ve Borges’den esinlenerek toplumsal ve siyasal yorumların yanısıra ruhbilimsel ve cinsel temaları da ihmal etmedi.

Bernardo Bertolucci filmlerinde yaşadıkları dünyadaki  olumsuzluk ve haksızlıklardan sürekli şikayet edip de hiç bir şey yapmayan insanları eleştirdi ama onları cezalandırma yoluna gitmedi.

1970 yılında çektiği Alberto Moravia’nın romanından uyarlama, belki de en güzel ve anlamlı filmi olan The Conformist bu tarz tüm Bertolucci temalarını bir araya getirir.

Öykü İtalyan Faşizmi altındaki dönemde savaştan hemen önce geçer. Genç ve hırslı Marcello Clerici (Jean-Louis Trintignant) yönetimin polis örgütü adına çalışmaktadır.

Görevi Mussolini yönetimine karşı çıkan üniversiteden profesörü Quadri’ye yaklaşmak ve onun suikastine yardımcı olmaktır. Marcello görevini başarır yaşlı adamın güvenini kazanır, yakın çevresine girer.

Ama profesörün güzel karısına aşık olur. Olayların akışını engellemek imkansızdır ve Marcello profesörün ve karısının ölümüne şahitlik eder.

O iyi bir eğitim almış, kültürlü, dışa dönük, sosyal bir genç adamdır, baskı dönemlerinde sistemle birleşerek güçlü olmak ve olanı biteni kabul ederek rahatı için ‘konformist olmanın dışında onu Faşizm’in bir neferi yapan sebep nedir?

Bertolucci yermez, arayıp bulup izleyicinin gözleri önüne sermek ister.

Bu arayış içinde film geçmişe 13 yaşındaki Maecello’ya döner. Marcello iyi ve mutlu bir aileden gelmektedir ama şoförleri ona tecavüz etmiş ve cinsel ilişkiye zorlamıştır.  Marcello da onu kendi silahı ile öldürmüştür.

Bu yüzden eşcinsellerden ölesiye nefret eder; Faşizm de “imanlı ve ahlaklı” bir nesil yetiştirmek adına tüm eşcinsellere savaş açmıştır. Film ilerledikçe Marcello derin bir vicdan azabına sürüklenir.

Bu acı onu kadın ve içkiye iter. Bir Roma gecesinde bir fahişeye rastlar ama bu bir erkek fahişedir. Finalde Marcello tüm iç gerçekleri ile yüzleşir belki o da gizli bir eşcinseldir?

Her Berolucci filminde olduğu gibi “Conformist” de güzelliklerden uzaklaşmaz. Filmin geçtiği mekanların dekorasyonu muhteşemdir; oralarda alınan ölümcül kararlarla alakasızcasına.

Vahşi öldürme sahnesi bile güneş ışınlarının yapraklar arasında süzülerek seyredenlere mutluluk aşıladığı dingin bir ormanda geçer

Bernardo Bertolucci’nin en fazla sansasyon yaratan filmi 1972 yılında çektiği ve Marlon Brando ve genç yıldız Maria Schneider’in baş rolleri paylaştığı “Last Tango in Paris-Pariste Son Tango” filmidir.

Bertolucci filmin ünlü tecavüz sahnesini Maria Schneider’in haberi olmadan çektiğini itiraf etmiştir.

Bertolucci, bu sahneyi habersiz çekme fikrini Schneider’den iyi oyun alabilmek için Marlon Brando ile birlikte bulduklarını söylemiştir.

2011’de hayatını kaybeden Fransız oyuncu Schneider ise, bu sahneyle ilgili olarak Daily Mail’e  verdiği söyleşide “Kendimi aşağılanmış ve incinmiş hissettim. Bertolucci ve Brando bana resmen tecavüz etiler, bir özür bile dilemediler” demiştir.

Bernardo Bertolucci gg
Bernardo Bertolucci ve Robert DeNiro

 

1976’da çektiği 300 dakikalık “1900” filminde Robert De Niro, Gérard Depardieu ve Burt Lancaster gibi ünlü isimlerle çalıştı.

Bernardo Bertolucci’ye Çin’in başkenti Pekin’deki ‘Yasak Şehir’de çekim yapma ayrıcalığını bahşeden  “Son İmparator” filmiyle 1987 yılında “En İyi Yönetmen” Oscar’ını da kazandı.

“’Son İmparator” toplamda 9 Oscar ödülüne layık görülmüştü.

Bernardo Bertolucci’nin son filmi 2012 yapımı “ Me Before You – Ben ve Sen” filmidir.

 

[metaslider id=”3876″]

RSS
Follow by Email