Andrei Tarkovsky diyor ki…
“Sinemada bir yönetmen bireyselliğini her şeyden önce zaman duygusuyla, ritimle ifade eder. Ritim, ayırt edilebilir stilistik özelliklerle bir esere renk verir. Ritim bir filmde doğal olarak ortaya çıkmalı, yönetmenin doğuştan gelen yaşam duygusunun bir işlevi olmalı ve zaman arayışıyla bağdaşmalıdır.”
In the cinema a director expresses his individuality first and foremost through his sense of time, through rhythm. rhythm gives colour to a work by distinguishable stylistic characteristics. Rhythm must arise naturally in a film, a function of the director’s innate sense of life and commensurate with his quest for time.
Rudolph Valentino – Sessiz Sinemanın Latin Aşığı
Asıl adı “Rodolfo Alfonso Raffaello Piero Filiberto Guglielmi” olan Rudolph Valentino 6 Mayıs 1895 de Castellaneta İtalya’da 4 çocuklu orta sınıf bir İtalyan ailesinin 3. çocuğu olarak doğdu.
Çok kısa sürede ünlü bir dansçı olan Rudolph 1919 da çıktığı bir turne esnasında aktör “Norman Kerry” ile tanıştı ve onun tavsiyesi ile bazı kısa filmlerde ufak roller alarak sinema kariyerine başladı.
Rudolph Valentino 1913 de Amerikaya göç ederek New York’a geldi.
Rudolph Valentino İlk evliliğini yarı – Cheroke Yerlisi yıldız “Jean Acker” ile yaptı. Kısa sürede ayrılan çift hakkındaki dedikodulara göre daha düğün gecesi kendini otel odasına kilitleyen genç karısı aralarında hiç bir cinsel birleşme olmasına izin vermediği için evlilikleri yürümemiştir.
1921 de vizyona giren Yönetmen “Rex Ingram” ın ünlü filmi “The Four Horsemen of The Apocalypse = Cehennemin Dört Atlısı” filmi ona aradığı şöhreti getirdi.
1922 yılında sanat yönetmeni ve kostüm tasarımcısı “Natacha Tambova” ile evlendi.
Aynı sene “Lila Lee” ve sessiz sinemanın ünlü vamp yıldızı “Nita Naldi” ile birlikte oynadıkları “Blood and Sand” filmi gösterime girerek Valentino’yu dönemin en ünlü erkek Starı yaptıysa da 1923 yılında bağlı bulunduğu Paramount Pictures ile düştüğü anlaşmazlık sonucu bir süre hiç film çeviremedi.
1925 yılında Paramounth aktörün United Artists ile anlaşmasına izin verdi ve bu dönemde Alexander Pushkin’in bir hikayesinden uyarlama “The Eagle” ve daha önce çektiği “The Sheik” filminin devamı olan ve ünlü Macar asıllı yıldız “Vilma Banky” ile beraber rol aldığı “The Son of The Sheik” filmlerini çekti.
Stüdyo’nun kıskançlığından dolayı film setlerine girmesine izin vermediği eşi Natacha’dan 1922 yılında boşandı ve Polonya asıllı yıldız “Pola Negri” ile yaşamaya başladı.
Bir süre sonra artık bir sinema ikon’una dönüşen Valentino hakkında otel odasında bulunan pudra kutuları yüzünden eş cinsel olduğu dedikoduları çıktı.
Bu dedikodulara çok üzüldüğü söylenen aktör New York’daki Ambassador Otelinde mide kanaması geçirdi.
Başarılı bir ülser ameliyatına rağmen operasyondan sekiz gün sonra 23 Agustos 1926 da henüz 31 yaşında yaşama veda etti.
Başlı başına dramatik bir gösteri olan New York’ daki cenaze törenine 100000 kişilik bir hayran ordusu katıldı.
Cenazeye siyah elbiseli muhafızlar eşlik ediyordu (bunların Musolini tarafından gönderilen faşist askerler olduğu söylenmişse de daha sonra sadece kiralanan figüranlar oldukları ortaya çıkmıştır), insanların camlarda ağlaşarak seyrettiği törenden sonra cenaze trenle gömüldüğü Hollywood’a nakledildi.
Zehirlendiği de iddia edilen Rudolph Valentino’nun hayranları ölüm yıldönümülerinnde ünlü filmindekine benzer şeyh elbiseleri giyerek “Hollywood Forever Cemetery” deki mezarını yıllarca ziyaret ettiler.
Mavi Melek – Der Blaue Engel
Mavi Melek – Der Blaue Engel
Sinema tarihine damga vuran filmler serisi.
Sesli Sinemanın başlangıcı 1930 ve 1960 dönemi.
“Mavi Melek = Der Blaue Engel – 1930”
Yönetmen: Josef von Sternberg, Senaryo: Robert Liebmann, Karl Zuckmayer, Karl Vollmoeller, Görüntü: Günther Rittau, Hans Scheeberger, Müzik: Frederic Hollander, Otto Hunte, Emil Hasler, Oyuncular: Emil Jannings, Marlen Dietrich, Kurt Gerron
Süre: 98 dakika
Menşe: Almanya.
Sessiz sinemanın etkisini tümüyle yetirdiği bir dönemin başlangıcında çekilen bu Alman filmi İngiltere ve özellikle Amerika’da büyük yankılar uyandırmıştır.
Ünlü yazar Heinrich Mann’ın romanından uyarlama olan bu film o sıralarda ABD’de yaşayan ve Alman Kara Film’lerinin Amerika’daki ilk uygulamalarını gerçekleştiren yönetmen Sternberg’e memleketinden gelen bir öneri olarak sunuldu.
Mavi Melek Projesi için düşünülen isimler, filmin de büyük ölçüde başarısını borçlu olduğu müthiş oyuncu Emil Jannings ve Brigitte Helm idi. Almanya’ya giden Sternberg orada 30’lu yaşlarına merdiven dayamış ve oynadığı filmlerle henüz başarıyı yakalayamamış olan Marlene Dietrich ile tanıştı ve erkekleri etkileyerek yok edişe sürükleyen vamp kadın Lola-Lola rolünü büyük bir sürpriz yaparak ona verdi. İkilinin yedi yıl sürecek olan duygusal beraberlikleri de böylece başlamış oldu.
Saplantılı bir aşk ve buna bağlı bir yok oluş hikayesini anlatan filmin konusu ise kısaca şöyledir; bir gece kulübünde şarkı söyleyen Lola-Lola Profesör Unrat ile tanışır ve onun saygın kişiliğinden etkilenerek bir nevi hami olarak algılarken Profesör Unrat Lola-Lola’ya şehvetli bir aşk ile bağlanacaktır.
Bir aşk ve baştan çıkarma öyküsünün anlatıldığı filmin sonunda Unrat tüm bu saygın kişiliğini ayaklar altına alarak kaçınılmaz bir yok oluşa sürüklenecektir.
Alman sinemasının o dönemlerde çok düşkün olduğu düşüş, yok oluş ve mazoşizm temalarını işleyen bu filmin kostüm ve dekorları da çok başarılıdır. Müzikleri ise tüm dünyayı dolaşmış ve hala günümüzde de dinlenmektedir. Dietrich’in erkeğin cinselliğinin kullanılarak aşağılanmasına aldırmayan femme fatale rolü sinemayı yıllar boyu etkilemiştir.
Andrei Tarkovsky’nin en beğendiği 10 film
10 Movies Andrei Tarkovsky’nin liked best:
- Le Journal d’un curé de campagne (Robert Bresson, 1951)
- Winter Light (Ingmar Bergman, 1963)
- Nazarin (Luis Buñuel, 1959)
- Wild Strawberries (Ingmar Bergman, 1957)
- City Lights (Charlie Chaplin, 1931)
- Ugetsu Monogatari (Kenji Mizoguchi, 1953)
- Seven Samurai (Akira Kurosawa, 1954)
- Persona (Ingmar Bergman, 1966)
- Mouchette (Robert Bresson, 1967)
- Woman of the Dunes (Hiroshi Teshigahara, 1964)
Federico Fellini’nin En beğendiği 10 Film.
- The Circus/City Lights/Monsieur Verdoux (1928, 1931, 1947, Charlie Chaplin)
- Any Marx Brothers or Laurel and Hardy films
- Stagecoach (1939, John Ford)
- Rashomon (1950, Akira Kurosawa)
- The Discreet Charm of the Bourgeoisie (1972, Luis Buñuel)
- 2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
- Paisan (1946, Roberto Rossellini)
- The Birds (1963, Alfred Hitchcock)
- Wild Strawberries (1957, Ingmar Bergman)
- 8 1/2 (1963, Federico Fellini)
Trajedi ve Drama
Trajedi ve Drama
Trajedi:
Yunanca tragoidia’dan gelen bir kelimedir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamında kullanılır.
Tiyatro türleri arasında en önemli iki tür olarak Trajedi ve Drama sayılabilir.
Trajedi, tür olarak kişilerde korku, heyecan ve acındırma duyguları oluşturarak ders vermeyi amaçlayan en eski tiyatro çeşididir. En önemli özelliği ile, Şiirsel olarak yazılması ve değişmez kurallara bağlı olmasıdır. Bu özelliği diğer tiyatro çeşitlerinden ayrılır.
Klasik trajedi Aristoteles tarafından kuramsallaştırılmıştır.
Trajediler genellikle beş perdelik oyunlardır.
Eski Yunan’da başlayan bu eserler ortalama 3 ya da 6 perde olurdu. Dekor bulunmaz, ancak sahnenin bir köşesinde olayların sebep ve sonuçlarını anlatan bir koro yer alırdı.
Klasik trajedilerde, karakterler, kral, kraliçe, prenses, eski Yunan’ın tanrı ve yarı tanrıları gibi en üst tabaka kişilerinden seçilirdi. Karakterler arasında geçen olaylarla, insanların tutkularının, zayıflıklarının, iradeye bağlı yüce davranışlarla çatışmaları etkileyici biçimde anlatırdı.
Özellikle karakterlerin bir “katarsis“, yani arınma sürecinden geçmeleri şarttı. Bu da ancak kahramanın büyük bir hata yapması, bu nedenle acı çekerek arınması ve bu süreç sonunda doğru özü bulmasıyla gerçekleşebilirdi.
Yunan tragedya yazarları, oyunlarında bu günah-ceza kavramları üzerinde sürekli durmuşlardır.
Yunanlılar için gurur, kesinlikle cezalandırılması gereken en kötü huylardan biriydi. Nemesis, gururlu olanları ve bu gururlarına kapılarak davranışta bulunanları şiddetle cezalandıran bir tanrıdır..
Trajedilerde olay, zaman ve çevrede birlik demek olan “üç birlik kuralı” benimsenmiştir. Ayrıntıya girmeden tek bir olay gösterilir. Olayın baş ve son tarafları, sebepleri ve sonuçları gerektiğinde koronun ağzından halka duyurulur. Buna “olay birliği” denir. Trajedide olayının bir günde bittiğinin gösterilmesine “zaman birliği, tek bir şehrin belli bir köşesinde başlayan, olayın yine orada bitmesine de çevre (mekân) birliği” denir.
Trajedi şairleri mısralarının derin anlamlı ve bilgelik içerikli olmasına özen göstermişler, parlak söylevleri andıran yüksek ve asil bir üslup kullanarak, kaba ve niteliği düşük sözlere yer vermemişlerdir. Bu bağlamda Trajedi ve Drama türleri arasında bir benzerlik de kurulabilir.
Trajedilerde töre ve gelenekler, ahlak, kader değer verilen bir olgulardır. Amaç, “insanın acılarının ifade edilerek seyircilerin ruhunda korku ve merhamet uyandırılması” dır.
Bazı klasik trajedi örnekleri olarak; Sophokles’in “Kral Oidipus”u, Euripides’in “Andromakhe”ı ve Ariskhylos’un Titan Prometheus’un hikâyesini anlattığı, “Zincire Vurulmuş Prometheus”u, sayılabilir.
Yunan ve Roma dönemi trajedilerinin kuramsallaştırdığı bu kurallar daha sonra modern tiyatroda değişikliğe uğrayarak uygulanmıştır. Bazı oyun yazarları özellikle bu kurallarla oynayarak farklı türler yaratmıştır. Örnek; Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro.
Trajedi ve Drama türünün diğer bir örneği Drama da üstünde önemle durulması gereken bir türdür.
Drama:
Trajediyle komediyi bir araya getiren bir tiyatro çeşididir.
Modern tiyatronun sürekli olarak aristokrat zümrenin yaşayışını veya sadece hayatın gülünç taraflarının sahneye aktarılmasını yeterli bulmayarak yaşamı birçok tarafıyla temsil edebilme isteğinden doğmuştur.
Üç birlik kuralını kesinlikle reddeden bu türün eserlerinin uzunluğu üç perdeden beş perdeye değişebilir ve düzyazı ve şiirsel halde yazılabilir. Toplumcu ve milli konuları işlerken kanlı ve çirkin olayların yanı sıra, gerçekçi olayları da seyirciye göstermekten çekinmez.
Konuları tarihten ve hayatın acıklı veya gülünç, çirkin veya güzel her olayından alınabilen dramda umut, neşe, kuşku, tasa, facia, kader ve komik davranışlar bir arada bulunabilir. Her türlü karaktere yer verilirken, kahramanları (alt – üst) her sınıftan seçilebilir.
Dramın ciddi ve ağırbaşlı yazılmış şekline “piyes”, duygulandırıcı ve heyecan verici olanına “melodram” denir.
Melodram müzikli oyun demektir, yalnız günümüzde müzik kısmı atılmıştır.
Kahramanları cin, peri, dev gibi düşsel varlıklar olan ve belirsiz bir yer ve zamanda geçen “feeri” ise yine bir dram türüdür ve bir masalın sahneye konulmuş şeklidir.
95. Oscar Ödülleri’nde Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında yarışacak iki ilginç film.
“The Blue Caftan” En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film Ödülü’ Fas adayı.
95. Oscar Ödülleri’nde ilginç filmlerin başında bu şaşırtıcı derecede sıcak bir gay hikayesi geliyor.
Fas’ta İşlettikleri elbise dükkanını devam ettirmekte zorluk çeken yaşlı bir çift, genç bir çırağı işe alırlar. Bu genç çırak işe başladığında ağzından çıkan ilk kelimelerden biri “Hızlı çalışıyorum” olur. Bu aynı zamanda “Mavi Kaftan” ın yönetmeni Maryam Touzani’nin yaklaşımını da tanımlıyor; Touzani, basit öncülünü o kadar hızlı bir şekilde kuruyor ki, tüm filmi beş dakika içinde çözdüğünüzü düşünebilirsiniz. Karısıyla para konusunda kavga eden içine kapalı bir eşcinsel terzi, bu genç adama akıl hocalığı yapmaya başlar.
Ancak bu öncülü statükoyu havaya uçurmak için kullanmak yerine, Touzani titizlikle geriye doğru çalışıyor ve bu ilişkilerde tahmin edebileceğimizden çok daha fazlası olduğunu gösteriyor. Ve neredeyse her fırsatta beklentileri altüst eden şaşırtıcı derecede sıcak bir hikâye yaratıyor. “Mavi Kaftan”, cinselliğini geç keşfeden eşcinsel bir adam hakkında bir film olsa da, özündeki aşk hikayesi gerçekten onunla karısı arasında bir hikaye; birlikte geçirilen bir ömür boyunca oluşabilecek arkadaşlık ve anlayışla ilgili. Touzani’nin kaçınılmaz ikinci sınıf özelliği, evlilik kurumunun bir savunması; bir ömür boyunca bir insan diğerinin bilmediği yeni özelliklerini keşfedebilir
Yönetmen: Maryam Touzani
“The Blue Caftan”
“Joyland” Pakistan’ın 95. Oscar Ödülleri Uluslararası Uzun Metrajlı Film Adayı da bir gey hikâyesi.
Filmde Ali Junejo, yedek dansçı olarak işe girdikten sonra trans bir sanatçıya (Alina Khan) aşık olan evli bir adamı canlandırıyor. Bastırılmış duyguların hassas ve çoğu zaman üzücü bir portresi olan “Joyland” hikayesinde kahraman içten gelen arzularıyla uzlaştıkça duygusal bir katarsise dönüşür
“Joyland”, Saim Sadiq’in ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesinde yazıp yönettiği 2022 yapımı Urduca ve Pencapça drama filmi. Filmde Ali Junejo, Rasti Farooq, Alina Khan, Sarwat Gilani ve Salmaan Peerzada rol alıyor.
Dünya prömiyerini 23 Mayıs 2022’de Cannes Film Festivali’nde Caméra d’Or için yarıştığı ‘Un Certain Regard – Belirli Bir Bakış’ bölümünde yaptı. Böylece “Joyland”, Cannes Film Festivali’nde prömiyeri yapılan ilk Pakistan filmi oldu ve gösteriminden sonra ayakta alkışlandı. Ayrıca festivalde en iyi LGBTQ, queer veya feminist temalı film dalında Jüri Ödülü ile Queer Palm ödülü kazandı.
Pakistan’da eş cinsellik yasaklanmış olsa da Film, 18 Kasım 2022’de Pakistan’da gösterime girdi. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Pakistan’ı temsil ediyor.
Oyuncular: Lubna Azabal, Saleh Bakri, Ayoub Missioui
2022 Cannes Film Festivali, Belirli Bir Bakış FIPRESCI Ödülü
2022 Vancouver Uluslararası Film Festivali Panorama İzleyici Ödülü
“Joyland”
Gal Gadot ve Wonder Woman
Gal Gadot 30 Nisan 1985 de İsrail’de doğdu. Babası mühendis annesi ise öğretmendi.
18 yaşında 2004 İsrail Güzeli seçildi. Ardında İsrail Ordusunda askerlik yaptı. IDC Herzliya sanat Kolejinde aldığı eğitim’den sonra Model ve şarkıcı olarak devam ettiği kariyerine 2009 yılında “Hızlı ve Öfkeli 4” filmi ile sinemayı da ekledi. Ünlü aksiyon serisine “Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu” 2011 ve “Hızlı ve Öfkeli 6” 2013, filmleriyle rolü gitgide büyüyerek devam etti.
Gal Gadot 2016 yılına gelindiğinde “Batman v Superman: Adaletin Safagi” filminin süper kahramanlar takımına ‘Wonder Woman’ karakterini canlandırarak katıldı.
Film fazla beğenilmedi ama “Wonder Woman” ayakta alkışlanınca “Wonder Woman 2017” de solo oynayarak ‘kadın süper kahramanların filmleri gişe yapmaz’ sözünü çürüttü.
149 milyon USD bütçeyle çekilen film 821.9 milyon USD hasılat yaptı.
Wonder Woman Amerikan “DC Comics” çizgi roman firması tarafından yaratılan hayali bir karakter.
İlk kez “Justice League – Adalet Birliğinin”nin bir üyesi olarak 1941 ekiminde All Star Comics’de ortaya çıktı. 1986 yılında verilen kısa bir ara hariç sürekli yayınlandı. Ana vatanı bir Amazon adası olan Themyscira, kendisi de adanın Prensesi. Normal Dünyaya karıştığında iDiana Prince adını alıyor.
Serinin son filmi Wonder Woman 1984, 1980’lerin ortasında geçiyor.
Yeni tehlikeler ve müttefiklerle karşı karşıya olan Wonder Woman’ın maceralarını konu ediyor.
Diana Prince, bu kez iki yeni düşmanla karşı karşıyadır. Varlıklı iş insanı Max Lord ve bir trajediden sonra kötü adam haline gelen Cheetah. Bu sırada Steve Trevor, şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde hayata geri döner…
Yılbaşında 214 salonda gösterime giren film tüm Pandemi dönemi film gösterim rekorlarını alt üst ederek ilk haftada USA da $16.7 milyon ve Global olarak $36.1 milyon bilet satışına ulaştı.
Zack Snyder’ın “Justice League (2021)” ve 2023 de gösterime girmesi planlanan “Shazam! Tanrıların Öfkesi” Gal Gadot’lu filmler. Bunun yanısıra Netflix aksiyon-komedi filmi “Red Notice (2021)” ve gizemli film “Death on the Nil’de (2022)” de rol aldı. Yerel medya kuruluşları tarafından “İsrail’in en büyük süperstarı” olarak adlandırılan Gadot,[16] 2018 yılında Time tarafından dünyanın en etkili 100 insanı listesine dahil edildi ve dünyanın en yüksek ücretli aktrislerinin yıllık sıralamasında iki
Gadot, 2008 yılında İsrailli emlak kralı Jaron “Yaron” Varsano ile evlendi. Çiftin 2011, 2017 ve 2021 doğumlu üç kızı var. İkili, 2019 yılında kendi film-televizyon yapım şirketi ‘Pilot Wave’i kurdular. Gadot ve Varsano, Tel Aviv, İsrail’de bir butik otele sahipti ve bu otel 2015 yılında Roman Abramovich’e 26 milyon dolara satıldı.
1,78 metre boyundaki Gal Gadot filmlerinde dublör kullanmıyor.
Kung Fu, Kickboxing, Capoeira ve Brezilya Jiu-Jitsu’su biliyor ve çok iyi kılıç kullanıyor.
Motosiklet hastası 2006 model siyah Ducati Monster-S2R’si var.
Ses ve Müzik Filmler’de Kullanımı
Bir eksperosyonist yönetmen olan Alfred Hitchcock filmlerinde Hollywood stüdyolarında geleneksel olarak kullanılan Ses ve Müzik yöntemine fazla uymadı. Bu yöntemde ses kuşağı üç kategoriye ayrılırdı; diyalog, ses efektleri ve müzik. Son miksajda bu üç farklı kuşak birleştirerek ana ses kuşağını oluşturur. Hitchcock bu farklı ses kuşaklarının ayrı ayrı işlevleri üzerinde durmayarak onları bir bütün olarak ve görüntüsel anlatımı pekiştiren bir dil olarak görmüştür.
Filmlerinde bazen müzik yerine doğal ses efektlerini, bazen efekt yerine müziği, bazen de bunların karışımlarını kullanmıştır; “Birds –Kuşlar” filminde kuş sesleri müziği, “Psycho – Sapık” filminde keman vuruşları bıçak darbelerini taklit eder.
Kuşlar filmindeki kuş sesleri çoğu kez kuş görüntülerinden daha ürkütücüdür.
Kentcuky Üniversitesinde ders veren bir müzik profesörünün oğlu olan ve filmlerinin müziklerini kendi yapan John Carpenter’a göre film müziği kesin olmalı ve ifade edilmeye gereksinim duymamalıdır.
Müziğin izleyici için sadece bir dinleti olmaktan çıkıp onu etkileyen ve yönlendiren bir araç olması gerektiğine inanır.
Jerry Bruckheimer, Michael Bay, Tony Scott Hollywood’un en yüksek bütçeli filmlerine (Pirates of Caribbean 2003, Transformers 2007, Top Gun 1986) imza atan yönetmen ve yapımcılardır. Aksiyon dolu filmlerindeki erkeksi ve militer hava filmlerin müziklerine de yansır. Hollywood tabiriyle ‘Sinerji’ denilen bu tarz, film yapımına ve pazarlamasına multimedya’ya yönelik bir yaklaşım getirir; (Film + Film Müziği + Video = Gelir.)
Ses ve Müzik’ i filmlerinde en etkin bir şekilde kullanan yönetmenlerin başında Daren Aronofsky gelir.
Darren Aronofsky “Pi” (1998), “Requiem for a Dream” (2000), “The Fountain” (2006), “The Wrestler” (2008), “Black Swan” (2010), “Noah” (2014) gibi filmlerinde ses tasarımını ifade aracı olarak kullanmıştır. Aronofsky hikayelerinde gerilimi, kahramanlarının yaptığı seçimler üzerinden yaratır; onları öyle yerlere, konumlara sokar, öyle yerlere taşır ki yaptıkları seçimler ya ölüm ya da akıl sağlığını yitirmekle sonuçlanacaktır.
Aronofsky ekranda yer alan tuhaf hikayelerle izleyicileri içine çektikten sonra ses efektleriyle onlar üzerinde çalışmayı sürdürür.
Kahramanın işkencesinin zaman zaman ses ve müzikdir.
Ses yoluyla hikaye anlatımının ustasıdır yönetmen.
‘Black Swan – Siyah Kuğu’ filmi bunun en mükemmel örneklerinden biridir.
Ses ve Müzik bu filmde adeta bir yan karakter gibidir.
Taleplerini kahramana empoze eder. Günlük yaşamda deneyimlediğimiz sesler -metro, şehir gürültüsü, insan fısltıları vs – anlatılan hikayeyi izleyici gözünde netleştirirken kahramanın duygusal çalkantılıranı da tetikler.
Bu filmdeki seslerin katkısı olmadan, tehlike duygusu sönebilir ve yanılsamalar eksik kalarak bir karakterin hayal gücünün sınırlarını zorlaması engellenebilir.
Aronofsky Ses yoluyla sembolizmi de başarıyla kullanır.
“Pi” de kahramanın karşısındaki kişiye sesini duyuramaması veya bağırdığnda ağzından tek bir kelime bile çıkmaması kendi içinde boğulmuşluğunun ve izolasyonunun en güzel ifadesi değil midir? Bu durum gerçekten olduğu gibi de gösterilebilr veya bir metafor olarak da kullanılabilir. Bir anlamda, hiçbir şey söylemeden temayı duyurarak filmin anlamını izleyiciye vurucu bir şekilde aktarır.