Matrix – “The Matrix” Film 1999.

posted in: Sinema Tarihi | 0

“The Matrix” 1999 yılı yapımı bir bilim-kurgu aksiyon filmi.

Lana ve Lily Wachowski kız kardeşler tarafından yazılıp, yönetilmiş.

Önemli rolleri Keanu ReevesLaurence FishburneCarrie-Anne MossHugo Weaving, ve Joe Pantoliano gibi sanatçılar paylaşıyor.

Ütopik bir gelecekte geçen hikâyede simülatik bir gerçekliğin ürünü olan ve Matrix denilen bir ortamda makineler tarafından tutsak edilen insanların macerası anlatılıyor. Bir bilgisayar programcısı olan “Neo” takma isimli Thomas Anderson aynı zamanda çok usta bir “hacker” dır. Ancak siyah takım elbiseli ve siyah gözlüklü gizemli adamların sürekli takibindedir. Bir gece Neo, kendisini başka bir dünyaya götürecek olan güzel “Trinity” ile tanışır. Bu takibin nedenini de bu başka dünyada karşılaşacağı “Morpheus” dan öğrenecektir.

Neo, Morpheus’u bulup Matrix hakkında bir şeyler öğrendiğinde büyük bir komplonun içinde olduğunu anlar.

İçinde yaşadığını sandığı dünya aslında tamamıyla aldatmacadır. Tüm insanlık uzaydan gelen yaratıkların kölesidir. Neo, Trinity ve Morpheus’un da yardımıyla Matrix’ den kendini kurtarmayı başaran ve kendini bu düzeni yıkmaya adamış az sayıda insanın oluşturduğu gruba katılır…

“The Matrix” siperpunk alt türün başarılı bir örneği. Wachowski’ler hayran oldukları Japan Animasyon ve Savaş Sanatları filmlerinden esinlenerek filmin aksiyon sahnelerini düzenlemişler. Bunu başarmak için de Hong Kong aksiyon sinemasının dövüş sahnelerini tasarlayan koreograflarını ödünç almışlar. Film böylesine başarılı olunca da Hollywood sineması çektiği aksiyon filmlerinde benzer sahnelerin tasarımı için bu koreografları sıklıkla kullanmaya başlamış.

Filmin popüler ettiği diğer bir çekim tekniği de, “Bullet Time – Mermi Zamanı”. Bu özel efekti yaratmak için uygulanan belirli bir yöntem var. Kamera belirli bir karakterin hareketini slow-motion kaydederken sahnenin diğer bölümlerine bakış açısını değiştirmeden normal hızla kayıt yapması ile oluşan ve yükselme şeklinde bir algı yanılsaması oluşturan teknik.

Film’in içeriksel bir özelliği de Varoluşçuluk, Marksizm, Feminizm, Budizm, Nihilizm, Post-modernizm vs gibi sosyal ve dini mesajları alt metinlerde başarılı bir şekilde vermesi. Bazı eleştirmenler aksiyon sahnelerinin bu mesajları gölgelediği iddiasıyla filmi eleştiriyor olsalar da…

Süre: 136 dakika

Bütçe: $ 63 milyon

Gişe: Dünya çapında: $ 464 milyon.

Ödüller: 4 Oscar ve 37 çeşitli ödül. 50 adaylık.

Dövüş sahneleri için Hong Kong’lu ünlü dövüş sahneleri koreografı  Woo-Ping Yuen ile temasa geçilmiş ama Yuen başta teklifle ilgilenmemiş. Daha sonra senaryoyu okumuş ve hoşlanmış ama astronomik bir ücret talep etmiş. Wachowski’ler bunun saçma bir ücret olduğunu söyleyerek kabul etmemişler. Bunun üzerine Yuen filmdeki dövüş sahnelerinin yalnızca kendi kontrolünde olması şartı ile geri dönüş yapmış ve ekibe dahil olmuş. Çekimler başlamadan önce dört ay oyuncuları eğitmiş.

“Morpheus” Yunan Mitolojisinde rüya tanrısıdır. Bu tanım filmdeki işlevi ile ironik bir şekilde ters düşer. Çünkü o insanları içinde yaşadıkları rüyadan uyandırarak gerçeğe taşımaktadır.

Neo sıklıkla sıfır sayısı ile özdeşleştirilir. Bu arada “Cypher” (Joe Pantoliano tarafından canlandırılan ve Ajan Smith tarafından Mr. Reagan diye hitap edilen karakter) ismi de sıfır anlamına gelir. (Arapçada sifr). Sıfır ve bir birlikte modern bilgisayar sistemlerinin temeli olan binary data – sayısal veri’yi temsil ederler. Neo aynı zamanda 101 numaralı apartmanda yaşar.

Üçlü grup anlamı taşıyan Trinity filmde ilk kez 303 numaralı odada sahneye çıkar.

Bir bilgisayar ekranında izleniyormuş havasını vermek için Matrix de yer alan tüm sahnelerin baskın rengi yeşildir. Gerçek dünyada yer alanlar ise mavi renk.

Morpheus ve Neo arasındaki kavga sahnelerinde ise ne gerçek dünyada ne de Matrix de yer almadıkları için sarı renk hakimdir.

Frida, 2002 – Frida Kahlo ve Yaşam

posted in: Sinema Tarihi | 0

“Frida” 2002 

Yönetmen: Julie Taymor,

Kast: Frida (Selma Hayek), Diego (Alfred Molina), Leon Trotsky (Geoffrey Rush), Nelson Rockefeller (Edward Norton).

Bütçe:  $12.000.000

Dünya Hasılatı:  $56.298.470

Frida, sanat tarihinin sıra dışı insanlarından biri olan ressam Frida Kahlo’yu yine kendisi gibi bir ressam olan kocası, akıl hocası Diego Rivera ile yaşadığı sıra dışı çalkantılı yaşam üzerinden biyografi tarzında anlatan bir film.

Bir kadın yönetmen tarafından yönetilen, iki Oscar ödüllü bir film.

Frida Cahlo’nun yaşamı ne kadar çalkantılı ise filmin çekimi esnasında yapımcı Harvey Weinstein ile Selma Hayek ve yönetmen Julie Taymor arasında geçenler de hayli çalkantılı olmuş.

Selma Hayek tarafından kaleme alınan ve 2017 eylülünde New York Times da yayınlanan bir yazı yapımcı Weinstein’in film çekim sürecinde ortaya koyduğu uygunsuz seksüel davranışları gözler önüne sermiş.

Gerçek adı Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon olan Meksikalı ressam, 6 Temmuz 1907’de Meksika’nın güneyindeki Coyoacan’da doğdu.

Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ile Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in 4 kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Frida Kahlo sonraki yıllarda doğum gününü Meksika’nın devrim tarihi olan 7 Temmuz 1910 olarak değiştirecektir.

Henüz 6 yaşındayken çocuk felcine yakalandı.

O dönemlerde bu hastalık ölümcül bir hastalıktı. Pek çok çocuğun yaşamını elinden alan bu hastalığa direnerek kaderini yenmeyi başarmış ama bir bacağı diğerine göre daha ince kalmıştır.

1925 yılının 17 Eylül’ünde erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile okuldan dönerken bindikleri otobüs bir tramvayla çarpışır. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kazada Frida da ağır şekilde yaralanır. Sayısız kırık çıkığın yanı sıra karnından girip omurgalarını zedeleyerek dışarı çıkan demir bir çubukla hastaneye götürüldüğünde doktorlar yaşamanın ancak bir mucizeye bağlı olduğunun söylerler.

Frida bu mucizeyi gerçekleştirir ve ikinci kez ölümü yener…

Dinmeyen acıları Frida’yı uzun süre boyunca doktor, hastane, ilaç, yatak ve korselere mahkum eder. Tam 32 kere ameliyat olur, günleri yatakta geçer. Filmde başarılı bir şekilde vurgulandığı şekilde hiçbir zaman yaşama arzusunu ve resim yapmaya duyduğu büyük açlığı kaybetmez.

Babası Wilhelm Kahlo, ona özel bir karyola yaptırır. Annesi ise Frida’nın kendisini görebilmesi için tavana bir ayna asar. İlk portresini, ilk aşkı Alejandro Gomez Arias’a hediye eder. Bu oto portrelerin mükemmelliği Picasso’ya “biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtir… 

Kazadan iki sene sonra yürümeye başlayan Frida, bu dönemde sanat ve politika camialarında boy göstermeye başlar. Meksika Komünist Partisi’ne üye olur. Ancak aynı yıl eşi olacak Rivera’nın partiden ihraç edilmesiyle Frida da üyelikten ayrılır.

Bir yandan siyasetle uğraşırken bir diğer yandan da resim yapan Frida uzun süredir hayranı olduğu Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanışır. Çift 1929 yılının Ağustos ayında tüm karşı çıkmalara rağmen evlenirler.

Bu evliliğe şiddetle itiraz eden anne Matilde onların ilişkisini bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetir. Fakat tüm olumsuz eleştiriler Frida’nın umurunda bile olmaz.

Frida’dan 21 yaş büyük olan ve sadakatsizliği ile tanınan komünist ressam çok çapkındır, onu sürekli aldatır.

Ama Frida da boş durmaz evli olduğu sırada Amerikalı fotoğrafçı Nickolas Muray ile bir ilişkiye girer. Muray, Frida’ya körkütük aşık olur ama Frida’nın Diego’dan kopamayacağını anlayarak onu terk eder. Frida Kahlo’nun diğer bir büyük aşkı da Rus devriminin önde gelen isimlerinden biri olan Lev Troçki’dir. Frida evli bir adam olan Troçki’ye bağlanır ama karısının ilişkilerini fark etmesinden sonra Troçki Frida’ dan ayrılır.

Kendi tabiri ile acıların, aşkın ve devrimin kadını olan Frida Kahlo, 1954 yılında 47 yaşındayken akciğer ambolisinden yaşama veda eder. Yaşamının büyük kısmını yatarak geçirdiğini söyleyerek cesedinin yakılmasını ister.

Frida Kahlo, Diego’dan vazgeçme eşiğini şöyle açıklar:

“Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.”

“Her sabah benimle uyanmak istemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.”

“Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden ‘sen’ olduğun için vazgeçtim.”.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.

 

Türk Sinemasının Çekilen İlk Filminin Başına Gelenler

posted in: Sinema Tarihi | 0

Türk Sinemasının Çekilen İlk Filmi

Türk Sinemasının1
“Ayestafanos Rus Abidesinin Yıkılışı”

Türk Sinemasının doğum günü her yıl 14 kasım’da kutlanır.

14 Kasım 1914 çekilen ilk Türk Filmi olarak kabul edilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı”nın çekildiği gündür.

Türk Sinemasının İlk filminin konusu ise Rumi 1923 yılına rastladığı için halk arasında 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Rusların Ayastefanos’ta (Yeşilköy) diktikleri anıtın yıkılmasıdır.

Osmanlı-Rus savaşı 24 Nisan 1877’de başladı ve 9 ay 7 gün sürdü.

24 Nisan 1877’de Rusya’nın İstanbul maslahatgüzarı Nelidof , Osmanlı hariciye nazırına Çar’ın harp ilanı notasını verdi. Böylece Osmanlı’nın bir kasaba vermemek için başlattığı ve sonunda birçok eyaletini yitirdiği savaş başlamış oldu.

Rumeli ve Anadolu (Kafkas) cepheleri olmak üzere iki cephede gelişip sonuçlandı.

Bu savaş esnasında tarihimizin en şanlı olaylarından biri olan ve Osman Paşa’nın adını tüm dünyaya duyuran “Plevne Savunması” da gerçekleşmiştir.

Plevne’nin düşmesinin ardından, Dimetoka, Edirne’nin güney doğusundaki Uzunköprü (Ergene), Çorlu, Silivri, Çatalca düşmüştür.

Ruslar Türk toprakları üzerindeki en uç nokta olan Ayestafanos’a (Yeşilköy) kadar geldiler ve orayı işgal ettiler.

Grandük Nikola barış koşullarını dikte etmek üzere genel karargahını burada kurdu.

31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne Mütarekesi ile savaş sona erdi.

Edirne Mütarekesinden sonra Ruslar Osmanlılarla 3 Mart 1878’de şartları hiçbir zaman yerine getirilmeyen Ayastefanos Muahedesini imzaladılar. Ardından bu zaferlerini ölümsüzleştirmek için de Ayastefanos’a bir anıt diktiler.

93 harbi Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden biridir ve ondan sonra gelecek felaketlerin habercisidir.

1912 ile 1913 arası Balkan Savaşları, 1914 ile 1918 arası Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına yol açan savaşlar olmuştur.

Yıkımı Türk Sinemasının ilk filmine konu olan ve yapımına harbin hemen  bitiminde başlanan ve 1891 de bitirilen bu abide Osmanlılarla Ruslar arasında bir dizi politik soruna da yol açmıştır.

Rus mimarisinin özelliklerini taşıyan kesme taştan yapılan üç katlı Abidenin kapsamı geniş tutulmuştur.

Etrafı taş duvarlarla çevrili büyük bir bahçe içinde yer alan bina sadece askeri bir abide değil aynı zamanda bir dini merkez ve hayır kurumu özelliklerini taşımaktadır.

En alt katta savaşta ölen subay ve erlerin kemiklerinin saklandığı bir kısım, ikinci katta rahip odaları yer almaktadır.

Üçüncü katta yer alan kubbe ve üzerindeki Çan’ın boyut bakımından dünyanın dördüncü büyük çanı olduğu iddia edilmiştir.

1914 yılında, yorgun Osmanlı’nın adeta zorla itilerek 1. Dünya savaşına katılması halk arasında büyük bir tepki yaratmıştı. Halkı savaşa ısındırmak ve savaşa girmemizin kaçınılmaz olduğunu anlatmak için büyük bir propaganda faaliyetine girişildi.

Bu bağlamda 14 Kasım 1914’te Fatih Camii’nde Cihad-ı Ekber ilanı yapıldı.

Böylece Müslümanlar bazı Hıristiyanların yanında diğer bazı Hıristiyanlara karşı cihada çağrılıyordu.

Bu arada bir kısım halkta 93 harbinde Ayastefanos’ta dikilen Rus Abidesini yıkmak için yola koyulmuştu.

Ayastefanos’taki Rus Abidesinin yıkılışı ile ilgili az sayıda da olsa yazılı-görsel belge mevcuttur.

Türk Sinemasının ilk filminin konusu Abidenin yıkım evreleri bazı fotoğrafçılar tarafından saptanmıştır.

Bunlardan biri de ilk Müslüman Türk fotoğrafçılardan Resne Fotoğrafhanesi sahibi Rahmizade Bahattin Bey’dir.

Abidenin yıkım evrelerini görüntülemeyi başarmış ve daha sonra da bunları foto-kart hale getirerek satışa sunmuştur.

Abidenin yıkım anındaki bir fotoğrafını da amatör fotoğrafçılarımızdan Ali Enis Oza çekmiştir.

Yazılı belgeler ise birbirleri ile çelişmektedir. Bazı gazeteler abidenin daha önceden tasarlanmış bir günde yıkıldığını, bir başka gazete ise bir rastlantı sonunda yıkılışına karar verildiğini yazmaktadır. Ayrıca yıkımının bir ya da birkaç günde tamamlanmadığı, yıkımının günler sürdüğü de yazılmaktadır.

Abidenin yıkımını gerçekleştiren emekli Yarbay Y. Bahri Doğanay’ın anılarında abidenin yıkılış anının objektifler tarafından saptandığı belirtilmektedir. Ama hiçbir yazıda filme çekildiği söylenmemiştir.

Ama o dönemde bazı otoriteler kötü anılarla yüklü bu anıtın yıkılışının gelecek kuşaklara aktarılmasını arzulayarak filme çekilmesini istemiş ve kayıt işlemini yapacak kişi aranmaya başlanmıştır.

Önce müttefik Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun başkenti Viyana’da yeni kurulan Sacha-Masster Gesellschaft adlı yapım eviyle anlaşılmıştır. Fakat halkın milli duyguları göz önüne alınarak uzun araştırmalar sonunda yedek subaylığını yapmakta olan Fuat Bey (Fuat Uzkınay) bulunmuştur. Fuat Bey sinemanın teknik işlemlerini Türkiye’ye sinemayı ilk kez getiren Polonya asıllı Leh Yahudi’si Sigmund Weinberg’den öğrenmiş ve İstanbul Sultanisi’nde (İstanbul Lisesi) öğrencilere eğitim amaçlı filmler göstermişti. Göstericiyi kullanmayı biliyordu ama alıcıyı hiç kullanmamıştı. Bu sorun da çözülerek Sacha-Messter firması yetkilileri Fuat Bey’e kısa sürede alıcının nasıl kullanılacağını öğretmişlerdir.

Ve Fuat Bey 14 Kasım 1914’de ilk Türk filmi olarak bilinen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmini 150mt film üzerine çekmiştir.

Türk Sinemasını ilk filmi olduğu iddia edilen bu filmin çekilişi kadar çekildikten sonraki durumu da hayli ilginç bir serüvendir.

Fuat Bey’in MOSD (Merkez Ordu Sinema Dairesi) adına çektiği bu film bir süre merkezin depolarında saklandı, çalışanların ifadesine göre birkaç kez gösterildi. Sonra kutulara konuldu ve varlığı unutuldu. Ardından merkez Yıldız Sarayından Ankara’ya taşındı. Ankara’ya üstünde “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmi yazan kutu ulaştı ama içi boş çıktı. Başka kutulara karışmış olabileceği olasılığıyla bütün kutulara tek tek bakıldı, bütün filmler arandı ama film bulunamadı.

Bu ilk film o günden beri gizemli bir biçimde hala kayıp durumda. Film üzerine araştırmalar yapan Sinema Tarihçilerinin ise bu durumla ilgili birçok savları vardır.

[metaslider id=”1677″]

 

“400 Darbe = Les 400 Coups”

posted in: Sinema Tarihi | 0

400 Darbe = Les 400 Coups

Yönetmen: François Truffaut,

Senaryo: François Truffaut,

Görüntü: Henri Decae,

Müzik: Jean Constantin,

Oyuncular: Jeaane Pierre Leaud, Claire Maurier, Albert Remy

Süre: 94dakika

Menşe: Fransız.

Fransızcada “serserilik yapmak” anlamına gelen “Les 400 Coups” sınırlı bir bütçeyle ve kısıtlı olanaklarla çekilen bir filmdir.

Sinema yaşamına ünlü sinema kuramcısı Andre Bazinin teşviki ile sinema yazarı olarak başlayan yönetmenin de ilk uzun metraj denemesidir.

Truffaut romantizmi’nin bir eseri olan ve beyaz perdenin çocuklar üzerine yapılmış en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen bu doğal, yaşamın kendisi gibi film, ilk gösterildiği 1959 Cannes Film Festivalinde “En İyi Yönetmen” ödülünü alır.

400 Darbe filminin bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden biri de yönetmenin o sıralarda çocukluk geçmişinden çok uzak olamayan 26 yaşında bir genç olmasıdır belki de.

Sorunlu bir çocukluğu anlatan filmin konusu ise kısaca şöyle;

Paris’in kuzeyinde yaşayan Antoine Doinel 12- 13 yaşlarında haşarı bir çocuktur, okulu sevmemekte, annesi ve üvey babası ile sık sık tartışıp Paris sokaklarında arkadaşları ile beraber dolaşarak serserilik yapmaktadır.

Bir gün okuldan kaçıp sokakta avarelik yaparken annesinin bir adam ile öpüştüğünü görür.

Ertesi gün okula gittiğinde mazeret olarak annesinin öldüğünü söyler. Fakat kadın okula gelince gerçek anlaşılır.

Antoine sürekli evden kaçamayı planlamaktadır ama çevresindeki yaşamlar da pek iç açısı değildir; arkadaşı Rene’nin evi de benzer durumdadır, annesi alkolik babası ise at yarışları hastasıdır.

Ardından babasının çalıştığı yerden bir daktilo çalarken yakalanır. Üvey babası onu polise teslim eder.

Islahevine gönderilen Antoine buranın katı kuralları ile bir türlü bağdaşamaz. Kaçarak denize ulaşır ve kısa yaşamını sonlandırır.

Filmin çekimlerinin başladığı ilk gün olan 11 Kasım 1958 de Andre Bazin yaşama veda eder ve Truffaut senaryosu üzerinde birlikte çalıştıkları “ 400 Darbe” yi Bazin’e adar.

Hiçbir star oyuncuyu barındırmadan, alışılagelmiş dramatik anlatım kurallarını unutarak doğal bir anlatımla adeta çekim anında kurgulanan film, Fransız ve Dünya sinemasına gündelik yaşam temalarına dayanan yeni bir sinema anlayışı getirmiştir.

1958-1960 yılları arasında gösterime giren Louis Malle, Claude Chabrol, Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin filmlerinin yanısıra Truffaut’nun bu filmi de “Yeni Dalga” hareketinin bir manifestosudur adeta.

 

[metaslider id=”3565″]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modern Sinema Dönemi’nde Avrupa Sineması  

posted in: Sinema Tarihi | 0

Modern Sinema Dönemi 1960 -2000

Avrupa Sineması:

Daha 1948’li yıllardan itibaren proje tasarımından yapımcılığa, dağıtımdan gösterime kadar olan zincir içinde aynı şirket tarafından mutlak kontrol gerektiren Hollywood’dun klasik stüdyo yöntemi yalnızca ABD’de değil tüm dünyada iflas etmeye başlamıştı.

Bu sırada Avrupa’da  en önemli olay daha önceleri İngiliz Özgür Sinema Hareketi ile bir benzeri oluşan ve 58 ve 59’larda Clude Chabrol, François Truffaut ve Alain Resnais gibi yönetmenlerin uzun metrajlı filmleriyle gündeme gelen Fransız Yeni Dalga Hareketi’nin ani patlamasıydı.

 

modern sinema2
François Truffaut

 

Polisiye, komedi, kostümlü filmler gibi geleneksel tarzlarını geliştirmeye uzun süre devam eden Fransız sineması asıl başarısını François Truffaut ve arkadaşları tarafında geliştirilen Yeni Dalga Akımının auter filmleri ile yakaladı.

Modern sinema dönemindeki bu hareket 1950’ lerin daha ziyade stüdyo bağımlısı, kontrolcü ana akım geleneğine bir tepki olarak başlamıştı.

Modern sinema döneminde Yeni Dalga akımının yönetmenleri daha esnek senaryo ve kurgu yöntemlerini tercih etmekte idiler. Bu yönetmenler arasında belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz;

modern sinema1
Claude Chabrol

 

Claude Chabrol bu dönemin en fazla film çeken yönetmenlerinden biridir. Genellikle burjuva dönemini ve kadın davranışlarını eleştiren psikolojik gerilim tarzında birçok film yaptı.

“La Femme İnfidele = Sadakatsiz Kadın”, “Les Noces Rouges = Kızıl Düğün”, “Le Boucher = Kasap” gibi.

 

modernsinema4
Eric Rohmer

 

Bu dönemin en yaşlısı Eric Rohmer filmlerinde kendine özgü bir kişisel evren oluşturdu. Rohmer’in de baş konusu kadınlardı. Kadınların özelikle kent ile kır, aile ile kişisellik, iş ile tatil çevrelerinde gidip gelen duygularını, cinsel ihtiyaçlarını ve ahlaki çelişkilerini anlattı. “Ma Nuit Chez Maud = Maud’da Geçen Gecem” gibi.

 

modern sinema5
Alain Resnais

 

Alain Resnas bir belgesel sinemacı olarak işe başlamıştır. Filmlerinde şimdi ile geçmiş, bellek ile imgelem arasındaki gidip gelmelerle yoğunlaşan ve izleyiciyi bilinçaltını araştırmaya yönelten bir biçimsellik gözlenir.

“Hiroşima Sevgilim = Hiroşima Mon Amour”, “La Guerre est Finie = Savaş Bitti”, “Stavisky”, “Melo”, “Amerikalı Amcam = Mon Uncle d’Amerique”, “Hayat Bir Romandır = La Vie est un Roman”.

 

modern sinema3
Louis Malle

 

Louis Malle genellikle Yeni Dalga hareketi ile bütünleştirilen ve tabu konularını işlemeye daima meyilli olan bir yönetmendir.

“L’Ascenseur pour l’echafaud = İdam Sehpası”, “Les Amants = Aşıklar” (genç bir annenin sadakatsizliğini anlatan bu film o dönem bir skandala neden oldu), “Les souffle au Ceouer = Yüreğin Fısıltısı” ( Ensest ilişkiden bahseder), “Lacombe Lucien” (Almanlarla işbirliği yapan Fransızların da sadece bir insan olduğunu anlatır).

Jean-LucGoddard, Jacques Demy, Alain Cavalier de bu dönemin  diğer özgün bir sinemacıları idiler.

 

Gone With The Wind

posted in: Sinema Tarihi | 0

Gone with the Wind – Rüzgar Gibi Geçti  1939

Yönetmen: Victor Fleming,

Senaryo: Sidney Howard,

Görüntü: Ernest Haller, Ray Rennahan.

Müzik: Max Steiner.

Oyuncular: Vivian Leigh, Clark Gable, Olivia de Havilland, Leslie Howard, Barbar O’neill, Thomas Mitchell, Butterfly McQueen, Ann Rutheford, Victor Jory

Süre: 220 dakika

Menşe: ABD 

Gone With The Wind, Atlanta’lı kadın yazar Margareth Mitchell’ in yine aynı isimli tek romanının uyarlaması olan bu film Hollywood yapımcısı David O’Selznick’in en ünlü projesi ve uyguladığı reklam kampanyaları ile de tam bir yapımcılık başarısıdır.

Kitabın filme alınacağının söylendiği ilk andan itibaren Amerika’da büyük bir heyecan yaratmış olan bu projede artık bir halk kahramanı haline dönüşen Rhett Butler ve Scarlett O’Hara’yı kimlerin canlandıracağı büyük merak uyandırmıştır. Daha sonraları halkın baskısı ile Rhett karakteri için Clark Gable tartışmasız bir isim haline gelmişse de Scarlett bir türlü seçilememiştir.

Bu rol için bir yandan Lucille Ball, Joan Bennett, Claudette Colbert, Bette Davis gibi ünlü isimler tartışılırken bir yandan da ülke çapında yarışmalar tertiplenmiştir. Son dakikada, hatta filmin bazı sahneleri çekilirken, Sir Laurence Olivier’in eşi şöhretini tiyatroda yapmış bir İngiliz aktrist olan Vivien Liegh’in seçimi bomba etkisi yaratmıştır.

Hikaye  Kuzey – Güney arasındaki güç paylaşımının sonucu çıkan Amerikan iç savaşının oluşturduğu fon çerçevesinde geçen bir aşk hikayesi olarak aynı zamanda o dönem Amerikan sinemasının romantik – duygusal örneğini temsil eder.

Zaten daha romanda oluşturulan baş erkek ve kadın karakterleri alışılmışın dışında kişiliklerdir. Bencil, maceracı, para ve kadın düşkünü Rhett neredeyse bir anti-kahramandır.

Scarlett ise genç, güzel, kendini beğenmiş ve şımarıktır. Kırılgan ve asil görünümüne rağmen son derece mücadelecidir amacına ulaşmak için her şeyi yapabilir.

Belki de bu karakterler Avrupalı maceracılar tarafından kurulan Amerika Birleşik Devletleri’ ne aslında en uygun kişiliklerdir de diyebiliriz.

Filmin ikincil kahramanları olan Melanie ve Ashley onlardan tamamen farklı, merhametli tüm ahlaki değerleri üzerlerinde taşıyan ama pek de gerçek olmayan karakterlerdir.

Hikaye güneyin tüm zenginliğini de yansıtır. Uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının yanı sıra görkemli evlerin ve çok sayıda zenci kölenin  oluşturduğu Tara ve 12 Meşeler çiftlikleri filmin diğer karakterleridir sanki.

Bir yandan da vazgeçilemez mülkiyet olgusunun anlatıldığı filmde Scarlett’in tüm mücadeleleri aslında Tara’yı kaybetmemek için verilir.

Gerçek bir aşk ve savaş destanı olan bu film sinema tarihinin en çok izlenen filmi olma özelliğini de taşır.

 

[metaslider id=”2811″]

 

 

“Yurttaş Kane = Citizen Kane – 1941”

posted in: Sinema Tarihi | 0

Yurttaş Kane 

Yönetmen: Orson Welles,

Senaryo: Herman J. Mankiewicz, Orson Welles,

Görüntü: Gregg Tolland,

Müzik: Bernard Herrmann,

Oyuncular: Orson Welles, Joseph Cotton, Dorothy Comingore, Ray Collins.

Süre: 119dakika

Menşe: ABD

 

“Yurttaş Kane” filmi Orson Welles’in kişiliğinden dolayı daha çekilmeye başlamadan bir olay haline dönüşmüştür.

1915 yılında Wisconsin de doğan Orson Welles’in babası bir yazar annesi ise piyanistti. Annesi 1923, babası ise 1927 de ölen ve Amerikanın dahi çocuklarından kabul edilen ve daha ziyade kendi kendini yetiştirmiş bir kimliği olan Orson’un  kültürü ilk aile çevresinde ve daha sonraları Avrupa ve ABD de etkileşime girdiği bazı kültürel kurum ve çevrelerce şekillendirildi.

16 yaşında okuldan ayrılıp Dublin Gate Theatre da oyuncu oldu.

19 yaşında ilk tiyatrosunu kurup Shakespear oynayan genç adam, radyo da anlatıma dayalı bazı programlar da yapıyordu. 23 yaşında H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı romanından uyarladığı ve radyonun normal yayın akışını keserek verdiği1938 Cadılar Bayramı programı ile Amerikalıları gerçekten Merihli’lerin istilasına uğradıklarına inandırarak ülke çapında panik yarattı.

Daha büyük başarılara imza atmak isteyen Welles Hollywood’a geçerek RKO şirketi ile (kendisine, istediği senaryoyu seçme, istediği bütçe ile çekme ve kurgulama hakkı tanıyan) o döneme göre inanılmaz bir kontrat imzaladı.

Welles in ilk uzun metrajlı filmi olan bu film son derece etkileyici ve güçlü bir kişinin Charles Foster Kane”in  (basın kıralı William Randolph Hearts veya silah kıralı Basil Zaharof’a ait olduğu söylenen) portresini çizer.

Tüm Barok stilizasyonuna, derin odaklanmasına ve karmaşık (sürekli Flash-back’lerle geriye dönülerek) anlatımına rağmen anlatılan daha senaryo aşamasında kurgulanmış bir kişidir.

Film üzerinde ‘girilmez’ yazan Xanadou Şatosu’nun kapısında giren kamera ile başlar ve kamera bizi ölüm döşeğinde yatan adama götürür. Adam son nefesinde elindeki cam topu yere düşürürken ağzından Rose Bud = Gül Koncası sözleri dökülür.

Charles Foster Kane’in ölümünün ardından kişiliği ve yaptıkları hakkında bir haber filmi başlar ve bu film bize onun hayatını özetler.

Daha sonra gazeteci Thompson bu gizemli kişilik ve özellikle son sözleri olan Rose Bud hakkında araştırma yapmak için şatoya gönderilir.

Thompson Kane in hayatında yer alan kişilerle konuşur ve gizemi çözmeye çalışır.

Xanadou Şatosunda yıllar boyu biriken antika mobilyalar, heykeller, tablolar satılmaya veya hayır kurularına bağışlanmaya başlar, bu arada seyirci Kane’ in çocukken bindiği kızağı görür üzerinde Rose Bud yazmaktadır. Kane ölürken çocukluğunu, o dönemdeki saf ve katıksız mutluluğunu hatırlamıştır.

Ne var ki kızağı Thompson göremez ve seyircinin çözdüğü sırrı gazeteci ve dolayısıyla kamu oyu öğrenemeyecektir.

Filmde kullanılan çekim teknikleri, örneğin derin odaklama, daha önce kullanılmışsa da  Welles ve Görüntü Yönetmeni Toland bu teknik ve yöntemleri filmin karmaşık yapısı içinde ustaca birleştirerek yarım yüzyılı aşan bir süredir tartışılan bir film ortaya çıkarmıştır.

Devam edecek…

 

“The Big Blue – Le Grand Bleu” – Sinema Tarihinden Filmler

posted in: Sinema Tarihi | 0

The Big Blue – Le Grand Bleu,i Türkçe adıyla “Derinlik Sarhoşluğu” filmini hatırlayan kaç kişi vardır acaba?

Yunanistan ve Sicilya denizlerinin derinliklerinde çekilen eşsiz  manzaraları ve  Eric Serra, Bill Conti imzası taşıyan 80’lerin elektronik müziği eşliğinde yönetmen Luc Besson’un şiddet dolu filmleri Nikita ve Léon’dan çok farklı gizem ve romantizm dolu bu film karanlık ve esrarlı bir sona kavuşarak Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac dahil, o dönem kuşağını derinden etkilemiş bir baş yapıt.

Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) ve Enzo Molinari (Jean Reno) , birbirlerini çocukluklarından beri tanıyan iki arkadaştır.

Sicilya’da yaşamakta olan Enzo, serbest dalış rekorunu 6 yıldır elinde bulundurmaktadır ve rakipsizdir.

Peru’da yaşayan Jacques’a haber gönderip kendisiyle yarışmak istediğini söyler.

Sicilya’ya gelen Jacques, arkadaşını kolaylıkla yener. Aralarındaki rekabet sürekli artar ve iki adam, inanılmaz derinliklere dalarlar.

New York’da yaşayan Jacques’ın sevgilisi Johana (Rosanna Arquette), Sicilya’ya gelir ve bu anlamsız savaşın sonlanmasını ister.

Luc Besson başlangıçta filmin kast’ı konusunda çok tereddütte kalmış;

Jacques Mayol rolünü Christopher Lambert ve Mickey Rourke’ a önermiş ve hatta kendisi oynamayı bile düşünmüş, taki Jean-Marc Barr önerilene kadar.

 

the big blue2

 

Ama Besson’un da filmde dalgıçlardan biri olarak bir Cameo rol oynamayı ihmal etmemiş.

THE BIG BLUE 1980’li yılların gişede de en başarılı Fransız yapımı; yalnız Fransada 9,193,873 adet bilet satmış.

Filmin Luc Besson ve Jean Reno’ya getirdiği şöhret malum ama Jean-Marc Barr filmden sonra öyle önemli bir projede yer alamamış ta ki 1991yılında Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’ e rastlayana kadar…

Europa, filmi uzun süreleri bir arkadaşlığın temelini atmış,

Barr, hem Trier’in çocuklarının vatfiz babası olmuş ve hem de Breaking the Waves (1996), Dancer in the Dark (2000), Dogville (2004), Manderlay (2005), The Boss of It All (2006) ve Nymphoomaniac (2013), gibi yapıtlarında rol almayı başarmış.

 

Türkiye’de kısa film’in tarihi

posted in: Sinema Tarihi | 0

 

 

 

kısa film1
Fuat Uzkınay

 

Kısa film’in tarihi gelişim sürecinde, özellikle belgesel çalışmaları hayli eskiye dayanır;

Lumiere kardeşler kameralarının çektiği ve İstanbul manzaralarını kapsayan “İstanbul Sokakları”  görüntülerinden başlayarak Osmanlı vatandaşı olan Janaki ve Milton Manaki kardeşlerin 1911 yılında çektiği “V. Sultan Reşat’ın Manastır Ziyareti” ve 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği söylenen “Ayastefanos Abidesini yıkılışı” isimli filmlere kadar uzanan hayli eski bir geçmişi var.

Turkiyede kısa film çalışmasına ilk başlayan firma ‘Ipek Film’ dir.

Firmanın bünyesinde senaryo yazarı olarak çalışan Nazım Hikmet ve şehir tiyatrolarının gözde oyuncusu Hazım Körmükçü dört ayrı kısa filme imza atan isimlerdir.

Nazım Hikmet’in ilk denemesi Kavuklu Ali, Zenne Necdet, Naşit Özcan gibi oyuncuları bır araya getiren “Düğün Gecesi/Kanlı Nigâr”, 1933 isimli orta oyunu çalışmasıdır. Diğer iki filmi ise “Istanbul Senfonisi”, 1934 ve “Bursa Senfonisi”, 1934 filmleridir. Hazım Körmükçü ise kendi oynadığı bır Karagöz oyununu baştan sona filme alarak “Yeni Karagöz” isimli bır filme dönüştürmüştür. Bu filmler daha ziyade müzikal – şiirsel diyebileceğimiz sanatsal yaklaşımların ön plana alındığı belgesel nitelikli filmlerdi.

Yine bu dönemlerde iki tanınmış Sovyet sinema sanatçısı Sergei Yutkevich ve Lev Oscarovitch Arnstam Cumhuriyet’ in kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Basın Yayın ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak Türkiye’ye gelip “Ankara Türkiye’ nin Kalbidir” isimli belgeseli hazırlamışlardır.

Ipek filmle aynı yıllarda kısa film çalışmalarına başlayan diğer bır firma da ‘Haka Film’ dir. Üç yıl boyunca yönetmen Kemal Necati Çakuş tanınmış Sovyet yönetmen Ester Schub’la işbirliği yaparak, bilgi ve malzeme toplayıp, “Türk İnkılâbında Terakki Hamleleri” 1934/1937 belgesel filmi çekmişlerdir.

Bır süre yaşanan durgunluktan sonra 1950’li yıllarda hareketlenme başlıyor; Kore savaşı patlamış ve ülke haber – savaş filmlerinin akınına uğramıştır. Seyfi Havaeri “Kore Gazileri”, 1951 ve Kenan Erginsoy “Mehmetçik Kore’de”, 1951 filmlerini çekiyorlar. Halk Film ise “Kore’de Türk Kahramanları”, 1951 filmini hazırlıyor.

Kore filmlerinin ardından Istanbul’un 500. fetih yılı da Atlas Filmin hazırladıği altı bölümlük bır belgeselle kutlanıyor.

1954 yılında Münir Hayri Egeli’nin yapımı “Atatürk Sevgisi” filmi çekiliyor.

Bu dönemin en başarılı belgesellerinden biri de İlhan Arakon’un renkli olarak çektiği  “Bır Şehrin Hikâyesi”, 1954 filmidir. Dönemin en yeni teknikleri kullanılarak oluşturulan güzel görüntülerle İstanbul şehrinin Bizans’ tan bu yana hikâyesi anlatılır.

Bu dönemin belgeselcileri bir nevi aydınlanma hareketinin öncüleri sayılabilecek insanların,  – Sabahattin Eyüboğlu, Mazhar İpşiroğlu, Azra Erhat,Vedat Günyol, Macit Gökberk, Aziz Albek, Melih Cevdet Anday gibi, – oluşturduğu bir gruptan oluşuyordu.

Bu isimler üniversitelerde verdikleri derslerde, yazdıkları makalelerde duygu ve düşüncelerini topluma akatarmaya çalışırken bir yandan da belgeseller üretiyorlardı.

1956 yılı Türk Belgesel Filmleri tarihi açısından önemli bır yıldır;  Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroglu’ nun birlikte hazırladıkları “Hitit Güneşi” belgeseli ‘Berlin Film Festivali’nde belgesel dalında ‘Gümüş Ayı’ ödülünü kazanır.

1959 yılında Sabahattin Eyüboğlu “Surname” isimli güzel bir belgesel daha hazırlar.

Eyüboğlu – İpşiroğlu ikilisi çalışmalarına devam ederler ve cok kıymetli dört belgesel daha üretilirler;

“Antalya Ormanları”, 1956

“Siyah Kalem”, 1957

“Anadolu’da Roma Mozaikleri”, 1959

“Karanlıkta Renkler”, 1959

1950’li yıllarda bazı uzun metraj film yönetmenleri ve yapımcılarının da belgesel çektiklerini görürüz.

Metin Erksan, ‘Ordu Foto Film Merkezi’ için “Dünya Havacıları Turkiye’de”, 1957 belgeselini çekerken, ‘Acar Film Stüdyoları’ nın yöneticisi Şadan Kâmil de ‘Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’ için “Dağları Delen Ferhat” isimli belgeseli çeker. 1959 ‘Karlovy – Vary Film Festlvali’ne de katılan bu ilginç belgesel Anadolu’yu dolaşan bır kamyonun hikayesini anlatır.

O dönemin sinema ortamında hayli etkili olan ‘Ordu Foto Film Merkezi’ komutanı Albay Nusret Eraslan da ordu mensubu subayların ve ailelerinin günlük yaşamını anlatan “Şanlı Ordumda Bır Sene” isimli belgesel filme imza atan resmi bir isim olur.

Metin Erksan’in çektiği diğer bır belgesel de kendi kaynaklarını kullandığı “Nehir ve Uygarlık/Büyük Menderes Vadisi”, 1959 isimli filmdir.

 

Marlon Brando ve Gizemli Yaşamı

posted in: Sinema Tarihi | 0

Marlon Brando

 [metaslider id=1759]

 

 

Marlon Brando 3 Nisan 1924 yılında Omaha, Nebraskada dünyaya geldi.

Şiddetli geçimsizlik yaşayan anne ve babası bir süre sonra boşandılar. Marlon, kız kardeşleri Frannie ve Jocelyn ile birlikte aslen Alman asıllı olan bir oyuncu olan anneleri Dorothy Julia’nın yanında kaldılar.

Aile boşanmanın ardından Kaliforniyaya taşındı. Ardından anne ve babası barıştı ve aile tekrar birleşti.

Marlon Brando’nun kız kardeşleri de oyunculuğa meraklı idiler. Jocelyn Brando, Amerikan Dramatik Sanatlar Akademisin’de okudu. Broadway’ de sahneye çıktı ve  filmlerde ufak roller aldı. Frannie Brando ise New York’a Sanat Okulu’na gitti.

Marlon Brando’nun karakterinde yatan olağan dışı aşırılıkların ipuçları çocukluk yıllarına kadar uzanır.

Rol yapma eylemi, etrafını çevreleyen olumsuz atmosferden kaçmak için ürettiği bir yöntem gibidir. Annesi alkolikti, sık sık yollara düşen bir satıcı olan babası ailesiyle ilgilenmemesinin yanısıra  onlara şiddet uygulamaktan hoşlanıyordu.

Daha henüz yedi yaşındayken çok güzel lehçe taklidi yapar; çünkü babası bundan çok hoşlanmaktadır.

16 yaşındayken girdiği askeri okuldan disiplin sorunu yaşadığı ve sık sık okuldan kaçtığı için atıldı. Bir süre babasının yanında çalıştıktan sonra New York’taki ablasının yanına geldi. New York Brando’nun karmaşık karakterini oluşturduğu şehir olmuştur.

Sık sık sokaklarda yatıp kalkıyor ve gözlem yapıyor, serseriden bankere kadar çevresindeki  tüm insanların davranışlarını inceliyordu. Daha sonra bu gözlemlerini ablasının da devam ettiği ve Stella Adler’in oyunculuk dersi verdiği “New School” da aldığı eğitimle pekiştirdi.

Brando sürekli öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti; okulunun da etkisiyle kitaplara gömüldü ve bu tutkusu tüm yaşamı boyunca devam etti; kitap okudu, yeni şeyler öğrenmeye çalıştı.Yeteneklerinin yanısıra onu böylesine büyük bir oyuncu yapan faktörlerden biri de bu tutkusu olsa gerek.

Marlon Brando kariyerinin ilk çıkışını 1944 yılında Broadway sahnesinde yaptı.

“I Remember Mama” isimli oyunda büyük bir başarı yakalamasının ardından tüm yetenek avcıları peşine düştü fakat Brando 7 senelik bir kontratla kimseye bağlanmayı kabul etmediği için bir menajer tarafından temsil edilemedi.

1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Menfilmiyle sinema dünyasına etkili bir giriş yaptı. Bu filmde canlandıracağı rol için  gaziler hastanesinde kalarak uzun süre gözlem yaptığı ve rolü için hazırlandığı söylenir. Marlon Brando’yu “The Men” filmininin ardından “ A Streetcar Named Desire – Arzu Tramvay’ı” filmindeki uzun süre aktörle özdeşlenen ve  babasının kabadayı karakterinin birebir yansıması olan Stanley Kowalski karakterinde izleriz. Film’in 3 Oscar ödülü kazanmasına rağmen Brando’ya beklenen Oscar verilmemiştir.

Daha sonraları “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” ve “God Father – Babafilmleriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında iki kez Oscar’ı kazanmasına rağmen 1972 yılı Oscar ödül törenine kendisinin gitmeyip yerine Kızılderili genç bir kızı göndermesinin altında yatan sebeplerden biri de aslında kırılgan bir duygusal yapısı olan aktörün gençliğinde yaşadığı bu hayal kırıklığı olabilir. Marlon Brando, törenin ardından Amerikan hükümetinin ve Hollywood’un Western filmleri yoluyla kızılderililere yyaptığını kabul edemediği için Oscar’ı protesto ettiğini söyledi ve bir gecede Brando efsanesi oluştu.

Marlon Brando oldum olası Oscar Ödül Törenleri ile arası pek iyi olmamıştır;

1953 yılında Shakespeare’in “Julius Caesar” oyunundan uyarlanan filmde Marcus Antonius rolüyle Oscar’a 3. kez aday oldu ama ödülü alamadı.

O zamanlar Hollywood Brando’ya karşı çok sert bir tutum takınmıştı. Eleştirmenlerin onu dönemin en iyi oyuncusu olarak göstermesi ve filmlerinin gişe başarısına rağmen ödül alamaması büyük yankı uyandırıyordu.

Fakat Marlon Brando yine umursamaz tavrını takınarak  arkadaşlarına: “Eğer film stüdyoları, yerleri silmem için de aynı parayı verseydi, oyunculuk yerine yerleri silmeyi tercih ederdim.” demiştir.

1955 yılında yapılan 27. ödül töreninde sürekli çiklet çiğnemiş ve aktris Bette Davis En İyi Erkek Oyuncu ödülünü açıklamak için sahneye çıktığında çiğnemesini durdurmuş, adı anons edilince ağzından çikleti çıkararak cebine koymuş ve ödülü almak için sahneye yönelmiştir.

“The Wild One – Kanlı Hücum” filminde oynadığı motosikletli, blucinli, deri montlu Johnny Strabler karakteri dönemin bir idolü haline geldi ve gençlerin büyük çoğunluğu onu taklit etti.

1952 yılında ise Broadway yıllarında tanıştığı Elia Kazan’ın “Viva Zapata! – Yaşasın Zapata!” filminde Meksikalı devrimci rolünü üstlenmiştir. Oynadığı bu rolle büyük beğeni topladı ve Oscar’a yine aday oldu

1954 yılına gelindiğinde ise Elia Kazan’ın yönettiği “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” filminde ki Terry Malloy rolüyle sinema tarihinin unutulmaz performanslarından birine imza attı. Oscar’a En İyi Erkek Oyuncu” dalında üst üste 4. kez aday olan Brando, bu rolüyle en sonunda Oscar’ı aldı. Oynadığı rolü adeta yaşayan, karaktere verdiği gerçekçiliğiyle birçok kişiye göre sinema tarihinin en iyi oyunculuk performansını sergileyen Marlon Brando için filmin yönetmeni Elia Kazan “Sinema tarihinde bundan daha iyi bir oyunculuk performansı var mı bilmiyorum” yorumunu yapmıştır. Bu rolüyle neredeyse almadık ödül bırakmadı.

Elia Kazan Brando’nun çağdaşı ve ondan sonra gelecek nesil olmak üzere iki jenerasyonu mahvettiğini söyler. Kazan’a göre Brando hiç bir zaman bir Metot oyuncusu olmamıştır. O da oyunculuğunda bir metot uygular ama bu Adler’in öğrettiği Metot değil, kendi dehasının ürünü kendi metodudur. Böylece bilinen Metot oyunculuğu öğretisini uygulayarak Brando’yu taklit etmeye çalışan tüm genç oyuncular başarısız olmuştur.

Marlon Brando’nun kariyeri 50’li yılların sonundan itibaren iniş dönemine geçti.

Oyunculuk açısından başarılı ama gişe başarısı yakalayamayan filmlerde oynadı.

The Fugitive Kind – Kaçak Türden (1960), One Eyed Jacks – Ask ve intikam (1961), Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan (1962), The Ugly American – Çirkin Amerikalı (1963), Chase- Kaçaklar (1966), Batida Vuruşanlar (1966) ve Reflections in A Golden Eye – Parıltılı Gözler (1967). gişede başarısız olan filmleri oldu.

1961 yılında çekilen “One-Eyed Jack” filmi ilk ve tek yönettiği filmdir. Film her ne kadar beğenildi ve gişe de iş yaptıysa da çekim o kadar uzamış ve yapım maliyeti o kadar yükselmişti ki getirisi gideri karşılayamadı. Brando, son derece başarılı bir oyuncu olmasına rağmen insan yönetimi, ekip çalışması ve organizasyon yönünden de o kadar zayıftı. Bir türlü bitmeyen film, stüdyo tarafından zorla Brandonun elinden alındı ve kurgu odasında tamamlandı ki Brando kurgu odasından da çok sıkılmıştı.

60’lı yıllar Marlon Brando’nun politik tutumunun ve aktifliğinin zirve yaptığı yıllardır. Amerikan Yerlilerinin ve siyahilerin haklarının savuncusu olmuştur. Southern Christian Leadership Conference’ın 1963 martındaki yürüyüşüne ve  Black Panther – Siyah Panterlerin 1968 yılındaki yürüyüşüne katılması ona fazla hayran kazandırmaz, aksine kaybettirir. Özellikle Amerika’nın Güney eyaletlerinde Brando’ya karşı gizli bir ambargo başlar, dağıtım zincirleri filmlerini dağıtmaz ve göstermez.

Marlon Brando, sıkıntılarla geçen 60’lı yıllardan sonra maddi anlamda zor günler geçiriyordu. “The Godfather – Baba” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola aktörle ilk temasa geçtiğinde Brando Mafya’yı yüceltmek istemediği için bu rolü kabul etmemiş fakat daha sonra maddi sorunlarının da etkisiyle evet demiştir. “Baba” filmindeki “Don Vito Corleone” rolü ona kuşaklar boyunca unutulmayacak bir prestiji de beraberinde getirdi. Birçok sinema eleştirmenlerine göre “tüm zamanların en iyi oyunculuk performansı” nı gösteren Brando, taraflı tarafsız herkesin büyük beğenisini kazandı ve o sene 2. Oscar’ını aldı.

The Godfather’dan sonra belki de çektiği en erotik film olan “Last Tango in Paris – Pariste Son Tango” ona yeni bir  Oscar adaylığı getirdi..

1970’li yılların sonlarına doğru küçük rollerde oynadı.

”Superman” filmindeki 10 dakikalık Cameo rolü için astronomik ücret talep etti ve istediği ücreti de aldı. Sadece 2 haftalık çekimler için 11.25 milyon dolar alarak bir rekora imza attı.

“Apocalypse Now – Kıyamet” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola  sadece 20 dakikalık rolü olan karakterine (filmin ilham aldığı romanda Kurtz malarya hastalığından dolayı çok zayıf, adeta bir çocuk görünümündeymiş) uyum sağlayabilmesi için kilo vermesini istemiş ve Brando kabul etmiş. Astronomik ücretininin bir kısmını önceden almış olan 52 yaşındaki Brando Filipinlerdeki sete geldiğinde hiç kilo vermediği aksine aldığı görülünce görüntü yönetmeni Vittorio Storaro aktörün sahnelerinin çoğunu gölgede çekmek zorunda kalmış.

Marlon Brando’nun psikolojik yapısında oluşan morluk ve berelenmeler onun tüm yaşamını etkilemiştir.

Uzun yıllar bunları tamir etmeye çalıştığını söyleyen aktör sık sık “bir yetimhaneye düşse idim daha sağlam bir birey olarak yetişirdim” der.

Kariyeri boyunca Hollywood ve otorite ile bir türlü barışamayan Brando’nun kendisi de bir cins Oedipus kompleksi taşıdığını itiraf eder. Oedipus kompleksi Sophocles’in meşhur “Oedipus Tragedyası”ndaki, annesiyle evlenen Oedipus’un dramında olduğu gibi, adını eski mitolojik öykülerden alır. Freud’a göre 4-5 yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklindeki davranış tarzını belirtmek için kullanılmıştır.

Marilyn Monroe’ye göre gelmiş geçmiş en çekici erkek olan Brando kadınları sürekli cezbeder ama onları hep terk eder. Üç kez evlenip boşanır ve üç kadından beş çocuğu olur.

“Kadınları kışkırtarak test ederim; kırılma noktalarına geldiklerinde hemen yalan söylerler” derken bu maço davranışın altında yatan gerçeğin ilgisini beklediği ama mutluluğu içki şişelerinin dibinde arayan alkolik annesine olan güvensizliğin olduğu kesin olsa gerek.

Marlon Brando meditasyon yolu ile hastalıklarını iyileştirebileceğine inanıyordu.

1990 yılında bir operasyon geçirmesi gerektiğinde anestezi istemediğini, sadece bir ağrı kesici iğne ile yetinip meditasyon yolu ile kendini uyutacağını söylemiş. Doktorların bunu kabul etmemesi üzerine doktorların gözü önünde 20’li değerlerin üzerine yükselen tansiyonunu normal değerine meditasyon yaparak düşürmüştür.

Çalkantılı çocukluk yaşamının yanısıra kendi kurduğu ailesi de hayli zor zamanlar geçirmiştir.

80’li yıllardan itibaren yaşadığı ailevi sorunlar sonucu kendini dünyaya kapatan oyuncu neredeyse hiç bir filmde rol almadı. 90’lı yıllar Brando için çok daha sıkıntılı ve yıkıcı yıllar oldu; büyük oğlu kız kardeşinin sevgilisini öldürdü. Bu olaydan sonra Brando’nun kızı intihar etti.

Marlon Brando’nun kaderini tayin eden gerçeklerinden birisi de yeme alışkanlığı olmuştur.

Yaşamını türlü iniş çıkışlarla yaşayan aktörün yeme alışkanlığı da bu yaşama uygun ve alışılmışın dışındaki travmatik karakterinin benzeridir.

Marlon Brando’nun ilk filmi “The Men”in yardımcı oyuncularından Richard Erdman’a göre ünlü aktör bütün gün abur cubur ve bir kutu fıstık ezmesi yiyerek yaşıyormuş.

Uzun süre fit görünümünü koruyan Brando 60’lı yıllardan itibaren kilosunu korumak için şok diyetlere başladı. Fakat bu diyetlerle verdiği kiloları hemen ardından geri alıyordu.

Marlon Brando’nun en büyük sorunu tatlıya aşırı düşkün oluşuydu. Tatlı ihtiyacını dizginlemek için bir günde kilolarca süt içtiği söylenir.

İlerleyen yıllarda diyet yapmaktan tamamiyle vaz geçti ve aşırı yemeğe başladı.

Sabah kahvaltıları çok zengindi; bol mısır gevrekli, salamlı, sosisli, yumurtalı, türlü çeşit peynirli bu kahvaltılar yüzünden ismi “branflakes”e çıkmıştı. Bir diğer rol arkadaşı film çekimlerinde set aralarında 2 biftek, patates, 2 elmalı turta ve süt tükettiğini söylüyordu. Hatta  Brando’ya set ekibi doğum gününde “Umarım Bu Uyar” yazılı hayli uzun bir kemer hediye etmiş.

Brando’nun 6 adet hot-dog’u gecenin bir vakti uyanıp yediği söylentiler arasında…

En garip söylenti ise, 1976 yapımı “Missouri Breaks” filminin çekim aralarında gölde bulunan bir kurbağayı avlayıp ısırdığı ve parçayı içeceğine atıp içtiği söylentisidir…

1980’li yıllara gelindiğinde ise bu kötü yeme alışkanlığı şok diyetlerle alınan kalorileri verememesiyle daha da kötüleşmeye başlar. Ünlü aktörün kız arkadaşları kendisini birer birer terkeder. 80’lerin sonunda 1.75 boyundaki Brando 158 kiloya kadar çıkmıştır. Hayatın sonuna kadar şok diyetler ve kötü yemek yeme alışkanlığını sürdüren Marlon Brando sonunda 70 kilo kadar vermeyi becerir fakat  iç organları zarar gördüğü için sağlık durumu kötüleşir.

Marlon Brando son günlerinde hastalığına rağmen “Big Bug Man” filminde seslendirme yapmayı kabul eder ancak ömrü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmez.

Usta oyuncu 1 Temmuz 2004 tarihinde hayatını kaybeder

Ölüm nedeni bir süre gizli tutulan aktörün menajeri Jay Cantor, Marlon Brando’nun akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat ettiğini söylemiştir. Cenazesi kendi isteği üzerine yakılır ve külleri Haitideki adasının çevresine serpilir.