Krzysztof Kieslowski ve Sineması

posted in: Film Yönetimi | 0

Krzysztof Kieslowski Lódz Film Okulundan 1969 yılında mezun oldu.

Hayatının büyük bir  kısmını savaş sonrası Polonyaya yerleşen komünist rejim altında  baskı ve sansürün getirdiği acıları duyumsayarak yaşadı.

Kariyerine belgesel filmler çekerek başladı ve ilk uzun metraj filmini,“Blizna”, 1976 yılında çekti.

İlk filmlerinde politik boyutlar taşıyan sosyal gerçeklikler üzerine yoğunlaştı ise de rejimin getirdiği baskı ile kendine bir nevi oto sansür uygulayarak alışılageldik tarzına; şans, kader, kimlik, karakterler arasındaki içsel bağlantılar gibi temalarla işlenen ve metafizik öğeler de taşıyan, gelişi güzel paradoksların, elde edilen ikinci şansların, ölümün, paralel evrenlerin dünyasını keşfe çıkan filmlerine yöneldi.

Krzysztof Kieslowski’nin filmleri 1985 yılında çekilen “No End” filmi ile iki periyoda ayrılır; “No End” öncesi ve sonrası.

1985 yılından itibaren senaryo yazarı Krzysztof  Piesiewicz (önceleri bir avukat, sonraları bir politikacı) ve besteci Zbigniew Preisner ile çalışmaya başlar.

Bu iş birliği Kieslowski’nin tüm kariyeri boyunca devam eder. Kieslowski’nin doğasından gelen etkileyici metafizik soneleri bu dönemde artık olağanüstü başarılı ses ve renk senfonilerine dönüşür ve ilginç bir şekilde tüm filmlerinde (“The Dekalog” hariç) bir kadın protagonist yer alır.

Ünlü yapıtları “Three Colors: Üç renk” üçlemesine gelindiğinde kırılgan yapılı yönetmen içinde bulunduğu sinema ortamının getirdiği stres ve büyük bir adanmışlıkla yürüttüğü yağun çalışma temposu ile  hayli yorgun düşmüş ve yıpranmıştır ama kapasitesini zorlayarak deli gibi çalışmaya devam eder.

Üç renk – Beyaz” (1994) filmini çekerken “Üç Renk: Mavi” (1993) filminin kurgusunu yapmakta ve “Üç Renk – Kırmızı” (1994) filminin senaryosunu yazmaktadır.

“Kırmızı” filmi Cannes Film Festivalinde prömiyerini yaparkan emekli olmak istediğini ve Cennet, Cehennem ve Araf (“Cennet” 2002 yılında Tom Tykwer tarafından yönetildi, başrolde Cate Blanchett yer aldı) hakkında yeni bir üçlemeye başlayacağını söyler.

Yönetmen o sırada 52 yaşındadır.

54 yaşında açık kalp ameliyatı sırasında genç sayılacak bir yaşta yaşama veda eder.

Kieslowski mezun olduğu Lódz Film okuluna ancak üçüncü başvurusunda kabul edilmişti.

Biraz da bu yüzden olsa gerek sinema okullarını pek yüceltmez; “Sinema okulları size sürekli film izletir, İzlediğiniz filmler hakkında konuşursunuz, analiz yaparsınız, Birbirleri ile karşılaştırırsınız o kadar. Lodz film okulunda da diğerleri gibi sinema tarihi, estetik, fotoğrafçılık, oyuncu yönetimi vs gibi disiplinler aşama aşama öğretilir. Tabii ki bu öğretilenler hep teoride kalır. Pratikte bunların bir filme nasıl uygulanacağı ise sizin kişisel deneyimlerinize kalır” der.

 

[metaslider id=”2747″]

 

Müzik ve Film – Film Müziği

posted in: Film Yönetimi | 0

Müzik ve film  söz konusu olduğunda, müzik  bir filmin “ışık gibi” gibi olmazsa olmazı olarak düşünülebilir; zira filme anlam katan en önemli unsurlardan biridir.

Bazen bir sokak gürültüsü de “9. Senfoni” gibi devasa bir eserin yerini tutabilir çünkü müzik insanın ruhunda yaşayan bir unsur olduğundan hayatın her daim içindedir. Filmler “gelecek ya da gerçek üstü bir dil ile anlatıldıklarında da” bu ruhtan kopamazlar.

Filmde asıl olan şey ise “müziğin bir diyalog muş gibi” kullanılmasıdır.

Özellikle kısa filmlerde; filmin doğası gereği (kısa bir süre içinde anlatım) sözden mümkün olduğunca arıtılıp, “evrensel bir duygu çerçevesinde” yorumlanması önemlidir. Bir sahnede karakter sözünü söylemeden müzik sözü söyler, ya da söz kesilse de, film bitse de, müzik bitmez ve izleyici sinema salonundan ayrılırken müzik dudaklarından usulca dökülür.

Müzik ve sinema arasında bir yapısal benzerlik olduğunu söyleyebiliriz; ikisi de belli bir akışa sahiptir.

Filmin bazı dramatik noktalarını vurgulayan bölük pörçük parçalardan ziyade filmin bütününe yapılacak müzik çok daha başarılı olacaktır.

Bir filmde müzik kullanımı için aşağı da sıralanan üç farklı yol denenebilir;

  • Müzik kütüphanelerine başvurmak (özellikle düşük bütçeli filmlerde kullanılan yöntem),
  • Daha önce yazılmış bir besteyi kullanmak,
  • Film için bestelenmiş özgün bir eseri kullanmak.

Yönetmen, yapımcıyla iş birliği içinde, daha önceki çalışmalarına dayanarak belli bir besteci ile beraber çalışma tecrübesini tercih edebilir.

Bestecinin filmin hangi aşamasında olaya dahil olacağı da sürekli tartışılmakta olan bir konudur.

  • Besteci film senaryosu aşamasında da çalışmaya başlayabilir. Bu bazen iyi (besteciye eser üzerinde hayli uzun çalışma süresi vereceği için) bazen de problemli bir yöntemdir, zira besteci filme çekim aşamasından önce dahil olarak kendi yorumunu getireceği için, film çekilirken yönetmenin yorumuna göre esinleneceği tema tamamen değişebilecektir.
  • Ya kaba kurgu aşamasında ya da film tümüyle bittikten sonra. Genellikle kaba kurgu sonunda besteci filmi izleyerek çalışmalarına başlar.

Filmi izleyen ve filmin nerelerinde müzik gireceğini yönetmen ve yapımcı ile tartışarak saptayan besteci, film ve karakterler üzerinde kendi temalarını yarattığında uygun müziği besteleyecektir.

Filmin nerelerinde müzik gireceği ve çıkacağı senaryolarda belirtilmelidir.

Seçilecek müzik büyük ölçüde filmin türüne ve içeriğine bağlıdır; gece karanlığında yalnız yürüyen korkmuş bir insana, adımlarına uyan vuruşlardan oluşan müzik mi, yoksa kalp atışları mı, ya da sadece gecenin sesi mi eşlik etmelidir?

Bir şüphe ve korku içinde bekleme sahnesi  sessizliği mi yoksa esrarengiz bir müziği mi gerektirir? Sevdiklerinin ölümü karşısında insanın içinden dalga dalga yükselen acıyı en iyi bir senfonik orkestra mı, yoksa tek bir enstrüman mı anlatır?

Bir savaş sahnesine eşlik eden müzik bir marş mı olmalı, yoksa savaşın sert ve dramatik sesleri daha mı etkili olur ? Ana tema olarak bir şarkı mı kullanılmalı?

Bir çok film müzikal temalarının yaygın ünü sayesinde başarıya ulaşmıştır. “Dr. Jivago (Lara’nın Teması)”, “Love Story – Aşk Hikayesi”, “The Good , The Bad and The Ugly – İyi Kötü, Çirkin”, “Star Wars – Yıldız Savaşları”,”Issız Adam (Ayla Dikmen Şarkıları), “Game of Thrones – Taht Savaşları” dizisi.

Polonyalı ünlü yönetmen Krzystof Kieslowski (Üç Renk Üçlemesi – Kırmızı, Beyaz, Mavi) ve günümüz yönetmenlerinden Darren Aronofsky (Black Swan – Kara Kuğu) filmlerinde müziği neredeyse diyaloglardan daha etkin bir şekilde kullanan isimlere örnektir.

 

2017 Yılı En İyi Oyuncular

posted in: Galeri | 0

2017 yılının en çok ses getiren filmlerinin genç oyuncuları gelecek için umut vadediyor…

Dünya sineması 2017 yılında bir çok genç oyuncunun yükselişine şahitlik etti.

Bu erkek ve kadın oyuncular arasından seçtiğimiz yıldızlı on tanesi [icon icon=icon-star size=14px color=#000 ][icon icon=icon-star size=14px color=#000 ]

[icon icon=icon-star size=14px color=#000 ]

 

 

 

[metaslider id=”2194″]

Emilia Clarke

posted in: Oyunculuk | 0

Emilia Clarke

emilia clarke
Emilia Clarke

 

Emilia Clarke 2017 yılının en popüler yıldızlarından biri…

23 Ekim 1986 da Londra İngiltere’de dünyaya geldi.

Babası Ses Mühendisi, annesi ise bir iş kadınıydı.

Bir gün annesi üç yaşındaki Emilia’yı babasının görev aldığı” Show Boat” oyununu izlemek üzere tiyatroya götürdü ve küçül Emilia daha henüz o yaşta bir oyuncu olmaya karar verdi.

Bazı okul piyeslerinde yer aldıktan sonra 2010 yılında Paul Bettany, Pierce Brosnan, Colin Firth gibi ünlü isimlerin de eğitim aldığı  İngilterenin en prestijli drama okulu olan London Drama Centre’dan mezun oldu. Bir süre barmenlik, garsonluk, çağrı merkezi operatörlüğü vs gibi altı yedi farklı işte çalıştı.

Emilia Clarke 2011 yılında Pilot çekiminden sonra diziyi terk eden Tamzin Merchant’ın yerine “Game of Thrones-Taht Oyunları” dizisinde Daenerys Targaryen rolünü kaptı ve şöhreti yakaladı.

Bu rol ona 2011 Emmy ödüllerinde Drama dalında En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü de getirdi.

1 metre 57 cm boyunda yani pek uzun boylu sayılmaz.

En büyük özelliği gözleri; iris tabakasının etrafında biri gri mavi, diğeri kahverengi iki halka var.

Parlak beyaz tenli, solgun ve son derce kırılgan görünümlü.

Arnold Schwarzenegger ve Simpsons dizisi hayranı.

 

[metaslider id=2077]

Marlon Brando ve Gizemli Yaşamı

posted in: Sinema Tarihi | 0

Marlon Brando

 [metaslider id=1759]

 

 

Marlon Brando 3 Nisan 1924 yılında Omaha, Nebraskada dünyaya geldi.

Şiddetli geçimsizlik yaşayan anne ve babası bir süre sonra boşandılar. Marlon, kız kardeşleri Frannie ve Jocelyn ile birlikte aslen Alman asıllı olan bir oyuncu olan anneleri Dorothy Julia’nın yanında kaldılar.

Aile boşanmanın ardından Kaliforniyaya taşındı. Ardından anne ve babası barıştı ve aile tekrar birleşti.

Marlon Brando’nun kız kardeşleri de oyunculuğa meraklı idiler. Jocelyn Brando, Amerikan Dramatik Sanatlar Akademisin’de okudu. Broadway’ de sahneye çıktı ve  filmlerde ufak roller aldı. Frannie Brando ise New York’a Sanat Okulu’na gitti.

Marlon Brando’nun karakterinde yatan olağan dışı aşırılıkların ipuçları çocukluk yıllarına kadar uzanır.

Rol yapma eylemi, etrafını çevreleyen olumsuz atmosferden kaçmak için ürettiği bir yöntem gibidir. Annesi alkolikti, sık sık yollara düşen bir satıcı olan babası ailesiyle ilgilenmemesinin yanısıra  onlara şiddet uygulamaktan hoşlanıyordu.

Daha henüz yedi yaşındayken çok güzel lehçe taklidi yapar; çünkü babası bundan çok hoşlanmaktadır.

16 yaşındayken girdiği askeri okuldan disiplin sorunu yaşadığı ve sık sık okuldan kaçtığı için atıldı. Bir süre babasının yanında çalıştıktan sonra New York’taki ablasının yanına geldi. New York Brando’nun karmaşık karakterini oluşturduğu şehir olmuştur.

Sık sık sokaklarda yatıp kalkıyor ve gözlem yapıyor, serseriden bankere kadar çevresindeki  tüm insanların davranışlarını inceliyordu. Daha sonra bu gözlemlerini ablasının da devam ettiği ve Stella Adler’in oyunculuk dersi verdiği “New School” da aldığı eğitimle pekiştirdi.

Brando sürekli öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti; okulunun da etkisiyle kitaplara gömüldü ve bu tutkusu tüm yaşamı boyunca devam etti; kitap okudu, yeni şeyler öğrenmeye çalıştı.Yeteneklerinin yanısıra onu böylesine büyük bir oyuncu yapan faktörlerden biri de bu tutkusu olsa gerek.

Marlon Brando kariyerinin ilk çıkışını 1944 yılında Broadway sahnesinde yaptı.

“I Remember Mama” isimli oyunda büyük bir başarı yakalamasının ardından tüm yetenek avcıları peşine düştü fakat Brando 7 senelik bir kontratla kimseye bağlanmayı kabul etmediği için bir menajer tarafından temsil edilemedi.

1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Menfilmiyle sinema dünyasına etkili bir giriş yaptı. Bu filmde canlandıracağı rol için  gaziler hastanesinde kalarak uzun süre gözlem yaptığı ve rolü için hazırlandığı söylenir. Marlon Brando’yu “The Men” filmininin ardından “ A Streetcar Named Desire – Arzu Tramvay’ı” filmindeki uzun süre aktörle özdeşlenen ve  babasının kabadayı karakterinin birebir yansıması olan Stanley Kowalski karakterinde izleriz. Film’in 3 Oscar ödülü kazanmasına rağmen Brando’ya beklenen Oscar verilmemiştir.

Daha sonraları “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” ve “God Father – Babafilmleriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında iki kez Oscar’ı kazanmasına rağmen 1972 yılı Oscar ödül törenine kendisinin gitmeyip yerine Kızılderili genç bir kızı göndermesinin altında yatan sebeplerden biri de aslında kırılgan bir duygusal yapısı olan aktörün gençliğinde yaşadığı bu hayal kırıklığı olabilir. Marlon Brando, törenin ardından Amerikan hükümetinin ve Hollywood’un Western filmleri yoluyla kızılderililere yyaptığını kabul edemediği için Oscar’ı protesto ettiğini söyledi ve bir gecede Brando efsanesi oluştu.

Marlon Brando oldum olası Oscar Ödül Törenleri ile arası pek iyi olmamıştır;

1953 yılında Shakespeare’in “Julius Caesar” oyunundan uyarlanan filmde Marcus Antonius rolüyle Oscar’a 3. kez aday oldu ama ödülü alamadı.

O zamanlar Hollywood Brando’ya karşı çok sert bir tutum takınmıştı. Eleştirmenlerin onu dönemin en iyi oyuncusu olarak göstermesi ve filmlerinin gişe başarısına rağmen ödül alamaması büyük yankı uyandırıyordu.

Fakat Marlon Brando yine umursamaz tavrını takınarak  arkadaşlarına: “Eğer film stüdyoları, yerleri silmem için de aynı parayı verseydi, oyunculuk yerine yerleri silmeyi tercih ederdim.” demiştir.

1955 yılında yapılan 27. ödül töreninde sürekli çiklet çiğnemiş ve aktris Bette Davis En İyi Erkek Oyuncu ödülünü açıklamak için sahneye çıktığında çiğnemesini durdurmuş, adı anons edilince ağzından çikleti çıkararak cebine koymuş ve ödülü almak için sahneye yönelmiştir.

“The Wild One – Kanlı Hücum” filminde oynadığı motosikletli, blucinli, deri montlu Johnny Strabler karakteri dönemin bir idolü haline geldi ve gençlerin büyük çoğunluğu onu taklit etti.

1952 yılında ise Broadway yıllarında tanıştığı Elia Kazan’ın “Viva Zapata! – Yaşasın Zapata!” filminde Meksikalı devrimci rolünü üstlenmiştir. Oynadığı bu rolle büyük beğeni topladı ve Oscar’a yine aday oldu

1954 yılına gelindiğinde ise Elia Kazan’ın yönettiği “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” filminde ki Terry Malloy rolüyle sinema tarihinin unutulmaz performanslarından birine imza attı. Oscar’a En İyi Erkek Oyuncu” dalında üst üste 4. kez aday olan Brando, bu rolüyle en sonunda Oscar’ı aldı. Oynadığı rolü adeta yaşayan, karaktere verdiği gerçekçiliğiyle birçok kişiye göre sinema tarihinin en iyi oyunculuk performansını sergileyen Marlon Brando için filmin yönetmeni Elia Kazan “Sinema tarihinde bundan daha iyi bir oyunculuk performansı var mı bilmiyorum” yorumunu yapmıştır. Bu rolüyle neredeyse almadık ödül bırakmadı.

Elia Kazan Brando’nun çağdaşı ve ondan sonra gelecek nesil olmak üzere iki jenerasyonu mahvettiğini söyler. Kazan’a göre Brando hiç bir zaman bir Metot oyuncusu olmamıştır. O da oyunculuğunda bir metot uygular ama bu Adler’in öğrettiği Metot değil, kendi dehasının ürünü kendi metodudur. Böylece bilinen Metot oyunculuğu öğretisini uygulayarak Brando’yu taklit etmeye çalışan tüm genç oyuncular başarısız olmuştur.

Marlon Brando’nun kariyeri 50’li yılların sonundan itibaren iniş dönemine geçti.

Oyunculuk açısından başarılı ama gişe başarısı yakalayamayan filmlerde oynadı.

The Fugitive Kind – Kaçak Türden (1960), One Eyed Jacks – Ask ve intikam (1961), Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan (1962), The Ugly American – Çirkin Amerikalı (1963), Chase- Kaçaklar (1966), Batida Vuruşanlar (1966) ve Reflections in A Golden Eye – Parıltılı Gözler (1967). gişede başarısız olan filmleri oldu.

1961 yılında çekilen “One-Eyed Jack” filmi ilk ve tek yönettiği filmdir. Film her ne kadar beğenildi ve gişe de iş yaptıysa da çekim o kadar uzamış ve yapım maliyeti o kadar yükselmişti ki getirisi gideri karşılayamadı. Brando, son derece başarılı bir oyuncu olmasına rağmen insan yönetimi, ekip çalışması ve organizasyon yönünden de o kadar zayıftı. Bir türlü bitmeyen film, stüdyo tarafından zorla Brandonun elinden alındı ve kurgu odasında tamamlandı ki Brando kurgu odasından da çok sıkılmıştı.

60’lı yıllar Marlon Brando’nun politik tutumunun ve aktifliğinin zirve yaptığı yıllardır. Amerikan Yerlilerinin ve siyahilerin haklarının savuncusu olmuştur. Southern Christian Leadership Conference’ın 1963 martındaki yürüyüşüne ve  Black Panther – Siyah Panterlerin 1968 yılındaki yürüyüşüne katılması ona fazla hayran kazandırmaz, aksine kaybettirir. Özellikle Amerika’nın Güney eyaletlerinde Brando’ya karşı gizli bir ambargo başlar, dağıtım zincirleri filmlerini dağıtmaz ve göstermez.

Marlon Brando, sıkıntılarla geçen 60’lı yıllardan sonra maddi anlamda zor günler geçiriyordu. “The Godfather – Baba” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola aktörle ilk temasa geçtiğinde Brando Mafya’yı yüceltmek istemediği için bu rolü kabul etmemiş fakat daha sonra maddi sorunlarının da etkisiyle evet demiştir. “Baba” filmindeki “Don Vito Corleone” rolü ona kuşaklar boyunca unutulmayacak bir prestiji de beraberinde getirdi. Birçok sinema eleştirmenlerine göre “tüm zamanların en iyi oyunculuk performansı” nı gösteren Brando, taraflı tarafsız herkesin büyük beğenisini kazandı ve o sene 2. Oscar’ını aldı.

The Godfather’dan sonra belki de çektiği en erotik film olan “Last Tango in Paris – Pariste Son Tango” ona yeni bir  Oscar adaylığı getirdi..

1970’li yılların sonlarına doğru küçük rollerde oynadı.

”Superman” filmindeki 10 dakikalık Cameo rolü için astronomik ücret talep etti ve istediği ücreti de aldı. Sadece 2 haftalık çekimler için 11.25 milyon dolar alarak bir rekora imza attı.

“Apocalypse Now – Kıyamet” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola  sadece 20 dakikalık rolü olan karakterine (filmin ilham aldığı romanda Kurtz malarya hastalığından dolayı çok zayıf, adeta bir çocuk görünümündeymiş) uyum sağlayabilmesi için kilo vermesini istemiş ve Brando kabul etmiş. Astronomik ücretininin bir kısmını önceden almış olan 52 yaşındaki Brando Filipinlerdeki sete geldiğinde hiç kilo vermediği aksine aldığı görülünce görüntü yönetmeni Vittorio Storaro aktörün sahnelerinin çoğunu gölgede çekmek zorunda kalmış.

Marlon Brando’nun psikolojik yapısında oluşan morluk ve berelenmeler onun tüm yaşamını etkilemiştir.

Uzun yıllar bunları tamir etmeye çalıştığını söyleyen aktör sık sık “bir yetimhaneye düşse idim daha sağlam bir birey olarak yetişirdim” der.

Kariyeri boyunca Hollywood ve otorite ile bir türlü barışamayan Brando’nun kendisi de bir cins Oedipus kompleksi taşıdığını itiraf eder. Oedipus kompleksi Sophocles’in meşhur “Oedipus Tragedyası”ndaki, annesiyle evlenen Oedipus’un dramında olduğu gibi, adını eski mitolojik öykülerden alır. Freud’a göre 4-5 yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklindeki davranış tarzını belirtmek için kullanılmıştır.

Marilyn Monroe’ye göre gelmiş geçmiş en çekici erkek olan Brando kadınları sürekli cezbeder ama onları hep terk eder. Üç kez evlenip boşanır ve üç kadından beş çocuğu olur.

“Kadınları kışkırtarak test ederim; kırılma noktalarına geldiklerinde hemen yalan söylerler” derken bu maço davranışın altında yatan gerçeğin ilgisini beklediği ama mutluluğu içki şişelerinin dibinde arayan alkolik annesine olan güvensizliğin olduğu kesin olsa gerek.

Marlon Brando meditasyon yolu ile hastalıklarını iyileştirebileceğine inanıyordu.

1990 yılında bir operasyon geçirmesi gerektiğinde anestezi istemediğini, sadece bir ağrı kesici iğne ile yetinip meditasyon yolu ile kendini uyutacağını söylemiş. Doktorların bunu kabul etmemesi üzerine doktorların gözü önünde 20’li değerlerin üzerine yükselen tansiyonunu normal değerine meditasyon yaparak düşürmüştür.

Çalkantılı çocukluk yaşamının yanısıra kendi kurduğu ailesi de hayli zor zamanlar geçirmiştir.

80’li yıllardan itibaren yaşadığı ailevi sorunlar sonucu kendini dünyaya kapatan oyuncu neredeyse hiç bir filmde rol almadı. 90’lı yıllar Brando için çok daha sıkıntılı ve yıkıcı yıllar oldu; büyük oğlu kız kardeşinin sevgilisini öldürdü. Bu olaydan sonra Brando’nun kızı intihar etti.

Marlon Brando’nun kaderini tayin eden gerçeklerinden birisi de yeme alışkanlığı olmuştur.

Yaşamını türlü iniş çıkışlarla yaşayan aktörün yeme alışkanlığı da bu yaşama uygun ve alışılmışın dışındaki travmatik karakterinin benzeridir.

Marlon Brando’nun ilk filmi “The Men”in yardımcı oyuncularından Richard Erdman’a göre ünlü aktör bütün gün abur cubur ve bir kutu fıstık ezmesi yiyerek yaşıyormuş.

Uzun süre fit görünümünü koruyan Brando 60’lı yıllardan itibaren kilosunu korumak için şok diyetlere başladı. Fakat bu diyetlerle verdiği kiloları hemen ardından geri alıyordu.

Marlon Brando’nun en büyük sorunu tatlıya aşırı düşkün oluşuydu. Tatlı ihtiyacını dizginlemek için bir günde kilolarca süt içtiği söylenir.

İlerleyen yıllarda diyet yapmaktan tamamiyle vaz geçti ve aşırı yemeğe başladı.

Sabah kahvaltıları çok zengindi; bol mısır gevrekli, salamlı, sosisli, yumurtalı, türlü çeşit peynirli bu kahvaltılar yüzünden ismi “branflakes”e çıkmıştı. Bir diğer rol arkadaşı film çekimlerinde set aralarında 2 biftek, patates, 2 elmalı turta ve süt tükettiğini söylüyordu. Hatta  Brando’ya set ekibi doğum gününde “Umarım Bu Uyar” yazılı hayli uzun bir kemer hediye etmiş.

Brando’nun 6 adet hot-dog’u gecenin bir vakti uyanıp yediği söylentiler arasında…

En garip söylenti ise, 1976 yapımı “Missouri Breaks” filminin çekim aralarında gölde bulunan bir kurbağayı avlayıp ısırdığı ve parçayı içeceğine atıp içtiği söylentisidir…

1980’li yıllara gelindiğinde ise bu kötü yeme alışkanlığı şok diyetlerle alınan kalorileri verememesiyle daha da kötüleşmeye başlar. Ünlü aktörün kız arkadaşları kendisini birer birer terkeder. 80’lerin sonunda 1.75 boyundaki Brando 158 kiloya kadar çıkmıştır. Hayatın sonuna kadar şok diyetler ve kötü yemek yeme alışkanlığını sürdüren Marlon Brando sonunda 70 kilo kadar vermeyi becerir fakat  iç organları zarar gördüğü için sağlık durumu kötüleşir.

Marlon Brando son günlerinde hastalığına rağmen “Big Bug Man” filminde seslendirme yapmayı kabul eder ancak ömrü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmez.

Usta oyuncu 1 Temmuz 2004 tarihinde hayatını kaybeder

Ölüm nedeni bir süre gizli tutulan aktörün menajeri Jay Cantor, Marlon Brando’nun akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat ettiğini söylemiştir. Cenazesi kendi isteği üzerine yakılır ve külleri Haitideki adasının çevresine serpilir.

Gölge ve Sinema

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

Gölge

 

Gölge
Gölge

 

Gölge, sözcük anlamıyla, ışıkla aydınlatılmış objelerin ters tarafına düşen karaltıdır.

Fakat, ilkel çağlardan bu yana gölgenin, insanoğlu için bu fiziksel olguyla karşılaştırıldığında ağır basan yan anlamları vardır.

Golge, özellikle bir metafor olarak insan gölgesi, kimi kavimlerde kişinin sahip çıkması gereken ‘ruh’u olarak kabul ediliyordu.

Gölge’nin tarihsel bağlamda tanımı

Antik çağlarda ise Socrates, gölgeye metafizik bir anlam yüklemişti.

Socrates’e göre, ışık mükemmel ve kutsal bir iyilik ideası ile özdeşken, içinde yaşadığımız gerçek dünyayı da içeren gölgeler dünyası, belirsizlik, bilinemezlik ve geçicilik ile karakterize ediyordu.

Böylece gerçekliği, maddesel ve ruhsal olarak ikiye ayırmıştı.

Bu bakış açısı, Batı felsefesini ve dinleri derinden etkileyen en önemli düşünceydi.

Daha sonra gölge, tek tanrılı dinlerde ‘öte dünya’nın ve modern zamanlarda ise psikologlar tarafından kişiliğin karanlık yönlerinin simgesi olarak görülmeye başlandı.

Tarihsel açıklamalar da gösterir ki; gölge ve ona yüklenen anlamlar metafizik ve psikoloji bağlamında kilit bir dayanaktır.

Buna paralel bir biçimde gölge, insanı insana anlatan ve gerçekliğin en yakın temsili olarak kabul edilen sinema sanatında da geniş bir konudur

Gölge’nin sinemada estetik ve simgesel kullanımı

Sinemasal anlatıda gölge kullanımı, hem belirli dönemleri etkilemiş bir estetik, hem de bu estetikle beraber algılanan ve yorumlanan bir metafor ya da simge olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gölge Estetiği:

Yukarıda belirtildiği gibi, ışık ve gölge birbirlerine karşıt olarak görülür.

Işık burada apriori’dir; çünkü ışık olmadan gölge varolamaz.

Bu yüzden de gölge, her zaman bir varlığın göstergesidir.

İnsan hareket ettiğinde gölgesi onu takip eder.

Böylece temel bir metafizik karşıtlığı içinde barındırmış olur: gerçek ve gerçek dışı.

Işık ve gölgenin ikiliği, aynı zamanda psikoloji terminolojisinde, bilinç ve bilinçaltının ikiliği anlamına gelir. Buna göre insan, ışık ve gölge, bilinç ve bilinçaltı arasında yarı aydınlık bir değerde yaşar.

Sinema, gerçekliği olduğu gibi yansıtabilen görsel bir sanat dalı olmasına rağmen, dış dünyaya olduğu kadar iç dünyaya da yönelmiştir.

Sinematograf aygıtı ilk bulunduğunda, sadece kameranın önünde gerçekleşen olayları kaydeden bir medyum olarak algılanmıştı. Fakat çok geçmeden bu medyuma özgü anlatı biçimleri geliştikçe, sinemanın simgesel ve dışa vurumcu ifadelere yatkınlığı keşfedildi.

Filmlerdeki gerçekçi görüntüler bilinci gösterirken, gölgenin en sık kullanılan öge olduğu dışa vurumcu görüntüler, bilinçaltını ya da gerçekdışı dünyayı anlatmak için kullanıldı.

Bilinçaltına eğilim ilk önce, 1910 ve 1920’lerde ortaya çıkıp, sinema sanatını derinden etkileyen Alman dışa vurumculuğunda göze çarpar.

Alman dışa vurumculuğu, karakterlerin iç dünyasını ve psikolojik durumlarını görselleştirmek için çarpık duran dekorlar ve eğik kamera açılarının yanı sıra kontrastı vurgulayan bir aydınlatma ve abartılı gölgelerden yararlanır.

Bu akımın en çok bilinen örneklerinden The Cabinet of Dr. Caligari (1919, Robert Wiene), Nosferatu (1922, F.W. Murnau) ve M (1931, Fritz Lang) stilistik mizansenleri ve gerçeküstüne eğilen konularıyla, denetimsiz ve korkutucu bir bilinç dışını betimler.

Bu filmlerde, insanın olumsuz ve karanlık yönleri gölge ile sembolize edilir.

Devam edecek…

 

.

 

Oyuncu ve oyunculuk… Fark yaratmak. ..

posted in: Oyunculuk | 0

Oyuncu kimdir?

 

Oyuncu - Kemal Sunal
Oyuncu – Kemal Sunal

Büyük oyuncular işlerine aşık olan kişilerdir.

Oyunculuğu insan ruhunun gizemlerinin araştırılarak gözler önüne serildiği bir laboratuvar olarak görürler.

Oyuncuların bazıları hiçbir eğitim almadan kendi performans tarz ve tekniklerini geliştirmişlerdir.

Bazı büyük oyuncular da kendilerini eğiten kişileri birer “Guru” olarak görüp sürekli onun izinden gitmeye çalışırlar.

Her ne tarz olursa olsun başarılı bir oyuncu doğru eğiticilerini bulup, yaşamı gözlemleyerek gördüğü her şeyi çalıp kendi ruhunda özümsemeyi bilen kişidir.

Oyuncu çevresindeki her insanın fiziksel karakterini ve davranış şifrelerini dikkatle gözlemlemelidir.

Gözleme dayanma yöntemi bazen “Dışardan İçeriye” çalışma olarak isimlendirilir. Taşralı bir insan ile şehirli bir insan arasında büyük davranış farklılıkları olduğu gibi değişik meslek gruplarına ait insanlar arasında da davranış farklılıkları vardır.

Oyuncu değişik yürüyüş stillerini;  bebek adımları ile yürüme, uzun adımlar atarak yürüme, sıçrayarak yürüme, dans ederek yürüme (John Travolta), genç bir insanın yürümesi, yaşlıların yürümesi vs gibi – sarhoşluk derecelerini;  çakır keyif, küfelik, alkolik vs gibi – gülme tiplerini;  geniş gülme, dudaklar kapalı gülme, dudaklar büzük gülme vs gibi – gözlemleyerek envanterine kaydetmelidir…

Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncusu Kemal Sunal her filminde canlandırdığı karaktere derinlik ve inandırıcılık katabilen ender isimlerden biridir.

Oyuncunun yıllardır bıkmadan izlenmesinde yatan sebeplerin başında gözlem ve kendine has mimik ve jestler üretebilme yeteneği yatar.

 

Görüntü ve Filtreler.

posted in: Kamera | 0

Görüntü üzerinde renkli filtrelerin etkisi.

 

Görüntü
Görüntü

 

Görüntü’nün renk dengesi üzerinde kamerada çekim anında kullanılan renkli filtrelerin

büyük etkisi vardır.

Görüntü’nün renk dengesi;

artistik ve sanatsal etkiyi değiştirerek anlatıma katkıda bulunabilir.

Görüntü’nün renk dengesi;

arzu edilirse post prodüksiyon anında dijital yöntemler kullanılarak da benzer

şekilde değiştirilebilir.

Yukarıdaki şekilde sırasıyla magenta, mavi, cyan ve yeşil filtreler kullanılmıştır.

Magenta filtre: kırmızı + mavi

Cyan filtre: mavi + yeşil.