Trajedi ve Drama

posted in: Tiyatro | 0

Trajedi ve Drama

Trajedi:

Yunanca tragoidia’dan gelen bir kelimedir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamında kullanılır.

Tiyatro türleri arasında en önemli iki tür olarak Trajedi ve Drama sayılabilir.

Trajedi, tür olarak kişilerde korku, heyecan ve acındırma duyguları oluşturarak ders vermeyi amaçlayan en eski tiyatro çeşididir. En önemli özelliği ile, Şiirsel olarak yazılması ve değişmez kurallara bağlı olmasıdır. Bu özelliği diğer tiyatro çeşitlerinden ayrılır.

Klasik trajedi Aristoteles tarafından kuramsallaştırılmıştır.

Trajediler genellikle beş perdelik oyunlardır.

Eski Yunan’da başlayan bu eserler ortalama 3 ya da 6 perde olurdu. Dekor bulunmaz, ancak sahnenin bir köşesinde olayların sebep ve sonuçlarını anlatan bir koro yer alırdı.

Klasik trajedilerde, karakterler, kral, kraliçe, prenses, eski Yunan’ın tanrı ve yarı tanrıları gibi en üst tabaka kişilerinden seçilirdi. Karakterler arasında geçen olaylarla, insanların tutkularının, zayıflıklarının, iradeye bağlı yüce davranışlarla çatışmaları etkileyici biçimde anlatırdı.

Özellikle karakterlerin bir “katarsis“, yani arınma sürecinden geçmeleri şarttı. Bu da ancak kahramanın büyük bir hata yapması, bu nedenle acı çekerek arınması ve bu süreç sonunda doğru özü bulmasıyla gerçekleşebilirdi.

Yunan tragedya yazarları, oyunlarında bu günah-ceza kavramları üzerinde sürekli durmuşlardır.

Yunanlılar için gurur, kesinlikle cezalandırılması gereken  en kötü huylardan biriydi. Nemesis, gururlu olanları ve bu gururlarına kapılarak davranışta bulunanları şiddetle cezalandıran bir tanrıdır..

Trajedilerde olay, zaman ve çevrede birlik demek olan “üç birlik kuralı” benimsenmiştir. Ayrıntıya girmeden tek bir olay gösterilir. Olayın baş ve son tarafları, sebepleri ve sonuçları gerektiğinde koronun ağzından halka duyurulur. Buna “olay birliği” denir. Trajedide olayının bir günde bittiğinin gösterilmesine “zaman birliği, tek bir şehrin belli bir köşesinde başlayan, olayın yine orada bitmesine de çevre (mekân) birliği” denir.

Trajedi şairleri mısralarının derin anlamlı ve bilgelik içerikli olmasına özen göstermişler, parlak söylevleri andıran yüksek ve asil bir üslup kullanarak, kaba ve niteliği düşük sözlere yer vermemişlerdir.   Bu bağlamda Trajedi ve Drama  türleri arasında bir benzerlik de kurulabilir.      

Trajedilerde töre ve gelenekler, ahlak, kader değer verilen bir olgulardır. Amaç, “insanın acılarının ifade edilerek seyircilerin ruhunda korku ve merhamet uyandırılması” dır.

 Bazı klasik trajedi örnekleri olarak; Sophokles’in  “Kral Oidipus”u, Euripides’in  “Andromakhe”ı ve Ariskhylos’un Titan Prometheus’un hikâyesini anlattığı, “Zincire Vurulmuş Prometheus”u, sayılabilir.

 Yunan ve Roma dönemi trajedilerinin kuramsallaştırdığı bu kurallar daha sonra modern tiyatroda değişikliğe uğrayarak uygulanmıştır. Bazı oyun yazarları özellikle bu kurallarla oynayarak farklı türler yaratmıştır. Örnek; Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro.

Trajedi ve Drama türünün diğer bir örneği Drama da üstünde önemle durulması gereken bir türdür.

 Drama:

Trajediyle komediyi bir araya getiren bir tiyatro çeşididir.

Modern tiyatronun sürekli olarak aristokrat zümrenin yaşayışını veya sadece hayatın gülünç taraflarının sahneye aktarılmasını yeterli bulmayarak yaşamı birçok tarafıyla temsil edebilme isteğinden doğmuştur.

Üç birlik kuralını kesinlikle reddeden bu türün eserlerinin uzunluğu üç perdeden beş perdeye değişebilir ve düzyazı ve şiirsel halde yazılabilir. Toplumcu ve milli konuları işlerken kanlı ve çirkin olayların yanı sıra, gerçekçi olayları da seyirciye göstermekten çekinmez.

Konuları tarihten ve hayatın acıklı veya gülünç, çirkin veya güzel her olayından alınabilen dramda umut, neşe, kuşku, tasa, facia, kader ve komik davranışlar bir arada bulunabilir. Her türlü karaktere yer verilirken, kahramanları (alt – üst) her sınıftan seçilebilir.

Dramın ciddi ve ağırbaşlı yazılmış şekline “piyes”, duygulandırıcı ve heyecan verici olanına “melodram” denir. 

Melodram müzikli oyun demektir, yalnız günümüzde müzik kısmı atılmıştır.

Kahramanları cin, peri, dev gibi düşsel varlıklar olan ve belirsiz bir yer ve zamanda geçen  “feeri” ise yine bir dram türüdür ve bir masalın sahneye konulmuş şeklidir.

Trajedi-ve-Drama
Muhsin Ertuğrul

 

Trajedi-ve-Drama
Machbet

 

95. Oscar Ödülleri’nde Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında yarışacak iki ilginç film.

posted in: Sema Fener Yazıları | 0

“The Blue Caftan”  En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film Ödülü’ Fas  adayı.

95. Oscar Ödülleri’nde ilginç filmlerin başında bu şaşırtıcı derecede sıcak bir gay hikayesi geliyor.

Fas’ta İşlettikleri elbise dükkanını devam ettirmekte zorluk çeken yaşlı bir çift, genç bir çırağı işe alırlar. Bu genç çırak işe başladığında ağzından çıkan ilk kelimelerden biri “Hızlı çalışıyorum” olur. Bu aynı zamanda “Mavi Kaftan” ın yönetmeni Maryam  Touzani’nin yaklaşımını da tanımlıyor; Touzani, basit öncülünü o kadar hızlı bir şekilde kuruyor ki, tüm filmi beş dakika içinde çözdüğünüzü düşünebilirsiniz. Karısıyla para konusunda kavga eden içine kapalı bir eşcinsel terzi, bu genç adama akıl hocalığı yapmaya başlar.

Ancak bu öncülü statükoyu havaya uçurmak için kullanmak yerine, Touzani titizlikle geriye doğru çalışıyor ve bu ilişkilerde tahmin edebileceğimizden çok daha fazlası olduğunu gösteriyor. Ve neredeyse her fırsatta beklentileri altüst eden şaşırtıcı derecede sıcak bir hikâye yaratıyor. “Mavi Kaftan”, cinselliğini geç keşfeden eşcinsel bir adam hakkında bir film olsa da, özündeki aşk hikayesi gerçekten onunla karısı arasında bir hikaye; birlikte geçirilen bir ömür boyunca oluşabilecek arkadaşlık ve anlayışla ilgili. Touzani’nin kaçınılmaz ikinci sınıf özelliği,  evlilik kurumunun bir savunması; bir ömür boyunca bir insan diğerinin bilmediği yeni özelliklerini keşfedebilir

Yönetmen: Maryam Touzani

“The Blue Caftan”

“Joyland” Pakistan’ın 95. Oscar Ödülleri Uluslararası Uzun Metrajlı Film Adayı da bir gey hikâyesi.

Filmde Ali Junejo, yedek dansçı olarak işe girdikten sonra trans bir sanatçıya (Alina Khan) aşık olan evli bir adamı canlandırıyor. Bastırılmış duyguların hassas ve çoğu zaman üzücü bir portresi olan  “Joyland” hikayesinde kahraman içten gelen arzularıyla uzlaştıkça duygusal bir katarsise  dönüşür  

“Joyland”, Saim Sadiq’in ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesinde yazıp yönettiği 2022 yapımı Urduca ve Pencapça drama filmi. Filmde Ali Junejo, Rasti Farooq, Alina Khan, Sarwat Gilani ve Salmaan Peerzada rol alıyor.

Dünya prömiyerini 23 Mayıs 2022’de Cannes Film Festivali’nde Caméra d’Or için yarıştığı ‘Un Certain Regard – Belirli Bir Bakış’ bölümünde yaptı. Böylece “Joyland”, Cannes Film Festivali’nde prömiyeri yapılan ilk Pakistan filmi oldu ve gösteriminden sonra ayakta alkışlandı. Ayrıca festivalde en iyi LGBTQ, queer veya feminist temalı film dalında Jüri Ödülü ile Queer Palm ödülü kazandı. 

Pakistan’da eş cinsellik yasaklanmış olsa da Film, 18 Kasım 2022’de Pakistan’da gösterime girdi.  Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Pakistan’ı temsil ediyor.

Oyuncular: Lubna Azabal, Saleh Bakri, Ayoub Missioui

2022 Cannes Film Festivali, Belirli Bir Bakış FIPRESCI Ödülü

2022 Vancouver Uluslararası Film Festivali Panorama İzleyici Ödülü

“Joyland”

Gal Gadot ve Wonder Woman

posted in: Oyunculuk | 0

Gal Gadot 30 Nisan 1985 de İsrail’de doğdu. Babası mühendis annesi ise öğretmendi.

18 yaşında 2004 İsrail Güzeli seçildi. Ardında İsrail Ordusunda askerlik yaptı. IDC Herzliya sanat Kolejinde aldığı eğitim’den sonra Model ve şarkıcı olarak devam ettiği kariyerine 2009 yılında “Hızlı ve Öfkeli 4” filmi ile sinemayı da ekledi. Ünlü aksiyon serisine “Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu” 2011 ve “Hızlı ve Öfkeli 6” 2013, filmleriyle rolü gitgide büyüyerek devam etti.

Gal Gadot 2016 yılına gelindiğinde “Batman v Superman: Adaletin Safagi”  filminin süper kahramanlar takımına ‘Wonder Woman’ karakterini canlandırarak katıldı.

Film fazla beğenilmedi ama “Wonder Woman” ayakta alkışlanınca “Wonder Woman 2017” de solo oynayarak ‘kadın süper kahramanların filmleri gişe yapmaz’ sözünü çürüttü.

149 milyon USD bütçeyle çekilen film 821.9 milyon USD hasılat yaptı.

Wonder Woman Amerikan “DC Comics” çizgi roman firması tarafından yaratılan hayali bir karakter. 

İlk kez “Justice League – Adalet Birliğinin”nin bir üyesi olarak 1941 ekiminde All Star Comics’de ortaya çıktı.  1986 yılında verilen kısa bir ara hariç sürekli yayınlandı. Ana vatanı bir Amazon adası olan  Themyscira, kendisi de adanın Prensesi. Normal Dünyaya karıştığında iDiana Prince adını alıyor.

Serinin son filmi Wonder Woman 1984, 1980’lerin ortasında geçiyor.

Yeni tehlikeler ve müttefiklerle karşı karşıya olan Wonder Woman’ın maceralarını konu ediyor.

Diana Prince, bu kez iki yeni düşmanla karşı karşıyadır. Varlıklı iş insanı Max Lord ve bir trajediden sonra kötü adam haline gelen Cheetah. Bu sırada Steve Trevor, şaşırtıcı ve beklenmedik bir şekilde hayata geri döner…

Yılbaşında 214 salonda gösterime giren film tüm Pandemi dönemi film gösterim rekorlarını alt üst ederek ilk haftada USA da  $16.7 milyon ve Global olarak  $36.1 milyon bilet satışına ulaştı.

Zack Snyder’ın “Justice League (2021)” ve 2023 de gösterime girmesi planlanan “Shazam! Tanrıların Öfkesi” Gal Gadot’lu filmler. Bunun yanısıra Netflix aksiyon-komedi filmi “Red Notice (2021)” ve gizemli film “Death on the Nil’de (2022)” de rol aldı. Yerel medya kuruluşları tarafından “İsrail’in en büyük süperstarı” olarak adlandırılan Gadot,[16] 2018 yılında Time tarafından dünyanın en etkili 100 insanı listesine dahil edildi ve dünyanın en yüksek ücretli aktrislerinin yıllık sıralamasında iki

Gadot, 2008 yılında İsrailli emlak kralı Jaron “Yaron” Varsano ile evlendi. Çiftin 2011, 2017 ve 2021 doğumlu üç kızı var.  İkili, 2019 yılında kendi film-televizyon yapım şirketi ‘Pilot Wave’i kurdular. Gadot ve Varsano, Tel Aviv, İsrail’de bir butik otele sahipti ve bu otel 2015 yılında Roman Abramovich’e 26 milyon dolara satıldı.

1,78 metre boyundaki Gal Gadot filmlerinde dublör kullanmıyor.

Kung Fu, Kickboxing, Capoeira ve Brezilya Jiu-Jitsu’su biliyor ve çok iyi kılıç kullanıyor.

Motosiklet hastası 2006 model siyah Ducati Monster-S2R’si var.

Gal-Gado
“Hızlı ve Öfkeli 4”
Gal-Gadot
“Batman v Superman: Adaletin Şafağı”
Gal-Gadot
“Justice League”
Gal-Gadot
“Wonder Woman”

Ses ve Müzik Filmler’de Kullanımı

posted in: Film Yönetimi | 0

Bir eksperosyonist yönetmen olan Alfred Hitchcock filmlerinde Hollywood stüdyolarında geleneksel olarak kullanılan Ses ve Müzik yöntemine fazla uymadı. Bu yöntemde ses kuşağı üç kategoriye ayrılırdı; diyalog, ses efektleri ve müzik. Son miksajda bu üç farklı kuşak birleştirerek ana ses kuşağını oluşturur. Hitchcock bu farklı ses kuşaklarının ayrı ayrı işlevleri üzerinde durmayarak onları bir bütün olarak ve görüntüsel anlatımı pekiştiren bir dil olarak görmüştür.

Filmlerinde bazen müzik yerine doğal ses efektlerini, bazen efekt yerine müziği, bazen de bunların karışımlarını kullanmıştır; “Birds –Kuşlar” filminde kuş sesleri müziği, “Psycho – Sapık” filminde keman vuruşları bıçak darbelerini taklit eder.

Kuşlar filmindeki kuş sesleri çoğu kez kuş görüntülerinden daha ürkütücüdür.

Kentcuky Üniversitesinde ders veren bir müzik profesörünün oğlu olan ve filmlerinin müziklerini kendi yapan John Carpenter’a göre film müziği kesin olmalı ve ifade edilmeye gereksinim duymamalıdır.

Müziğin izleyici için sadece bir dinleti olmaktan çıkıp onu etkileyen ve yönlendiren bir araç olması gerektiğine inanır.

Jerry Bruckheimer, Michael Bay, Tony Scott Hollywood’un en yüksek bütçeli filmlerine (Pirates of Caribbean 2003, Transformers 2007, Top Gun 1986) imza atan yönetmen ve yapımcılardır. Aksiyon dolu filmlerindeki erkeksi ve militer hava filmlerin müziklerine de yansır. Hollywood tabiriyle ‘Sinerji’ denilen bu tarz, film yapımına ve pazarlamasına multimedya’ya yönelik bir yaklaşım getirir; (Film + Film Müziği + Video = Gelir.)

Ses ve Müzik’ i filmlerinde en etkin bir şekilde kullanan yönetmenlerin başında Daren Aronofsky gelir.

Darren Aronofsky “Pi” (1998), “Requiem for a Dream” (2000), “The Fountain” (2006), “The Wrestler” (2008), “Black Swan” (2010), “Noah” (2014) gibi filmlerinde ses tasarımını ifade aracı olarak kullanmıştır. Aronofsky hikayelerinde gerilimi, kahramanlarının yaptığı seçimler üzerinden yaratır; onları öyle yerlere, konumlara sokar, öyle yerlere taşır ki yaptıkları seçimler ya ölüm ya da akıl sağlığını yitirmekle sonuçlanacaktır.

Aronofsky ekranda yer alan tuhaf hikayelerle izleyicileri içine çektikten sonra ses efektleriyle onlar üzerinde çalışmayı sürdürür.

Kahramanın işkencesinin zaman zaman ses ve müzikdir.

Ses yoluyla hikaye anlatımının ustasıdır yönetmen.

‘Black Swan – Siyah Kuğu’ filmi bunun en mükemmel örneklerinden biridir.

Ses-ve-Muzik
Ses-ve-Muzik

Ses ve Müzik bu filmde adeta bir yan karakter gibidir.

Taleplerini kahramana empoze eder. Günlük yaşamda deneyimlediğimiz sesler -metro, şehir gürültüsü, insan fısltıları vs – anlatılan hikayeyi izleyici gözünde  netleştirirken kahramanın duygusal çalkantılıranı da tetikler.

Bu filmdeki seslerin katkısı olmadan, tehlike duygusu sönebilir ve yanılsamalar eksik kalarak bir karakterin hayal gücünün sınırlarını zorlaması engellenebilir.

Aronofsky Ses yoluyla sembolizmi de başarıyla kullanır.

“Pi” de kahramanın karşısındaki kişiye sesini duyuramaması veya bağırdığnda ağzından tek bir kelime bile çıkmaması kendi içinde boğulmuşluğunun ve izolasyonunun en güzel ifadesi değil midir? Bu durum gerçekten olduğu gibi de gösterilebilr veya bir metafor olarak da kullanılabilir. Bir anlamda, hiçbir şey söylemeden temayı duyurarak filmin anlamını izleyiciye vurucu bir şekilde aktarır.

Ses-ve-Muzik-2
Ses-ve-Muzik-2

 

 

Brian De Palma ve Renk

posted in: Film Yönetimi | 0

Brian De Palma

Brian Russell De Palma 11 Eylül 1940 da doğdu.

Gerilim, Psikolojik Gerilim ve Polisiye türü filmler üreten ünlü Amerikalı Yönetmen ve Senaryo Yazarı.

Brian De Palma’nın renklerin görsel hikâye anlatımının önemli bir aracı olması yolunda günümüz yönetmenlerinin ilham kaynağı olduğu tartışılmaz bir gerçektir

Brian De  Palma, altmışlı yılların çok önemli ve kendinden sonra gelen kuşakları etkilemeyi  başaran bir yönetmenidir.

Değişik kategorilerde 14 sinema ödülüne sahiptir.

28 adet adaylığı vardır.

Bir kült klasiği olan Hi, Mom!  ve Stephen King’in Carrie‘sinin aynı ismi taşıyan ikonik film uyarlamasının yanısıra 40 dan fazla film yönetmiştir.

Bunların arasında Snake Eyes – Yılan gözler, Carlito’s Way – Carlitonun Yolu, Body DoubleSahte Vücutlar, Scarface –Yaralı Yüz, The Untouchables – Dokunumazlar, Mission: Impossible- Görevimiz Tehlike gibi filmleri sayabiliriz.  

De Palma’nın kendisi de son derece stilize edilmiş ve görsele dayanan bir anlatımı olan Alfred Hitchcock’tan derinden etkilenmiştir.

De Palma film karakterlerini izleyicilere tanımlamak için güçlü bir renk duygusu kullanır. 

Renkleri bir ruh halini veya metamorfozu vurgulamak için de kullanır.

Yani renkler bir “eşik” tanımlamanın da aracıdır.

“Bir renk sadece bir zaman veya yer  değil, bir ruh hali, bir metamorfoz, bir eşik anlamına da gelebilir.”

Carrie’de, maviler ve kırmızılar dönüşümlü kullanılırken, Sissy Spacek’in karakterinin anlık zafer hali (cool blues) ile işkencecilerinin çekimlerinde kullanılan kırmızı arasında güçlü bir kontrast oluşturulur.

Brian-De-Palma

Carrie – GÜnah Tohumu. Sisy Spacek

Brian-De-Palma
Carrie – Günah Tohumu. SISSY SPACEK ve PIPER LAURIE

O acımasız şaka uygulanırken Carrie’nin serin mavi dünyası kırmızı ışık ve fantastik  parıltılar tarafından istila edilir ve izleyici filmin kaotik doruk noktasına görsel olarak yönlendirilir.

Başlıca tematik kaygılarından biri olan, “şiddetin karakterleri üzerindeki dönüştürücü etkisini” iletir.

De Palma uzun süre şiddete maruz kalan iyiliğin nasıl kötülüğe dönüştüğünü renklerle anlatır.

Soğuk-cool renklerden sıcak renklere geçiş gibi; sahne veya karakteri kaplayan mavi veya yeşilin rahatlatıcı dünyasının, kırmızı veya kahverengiye dönüşümü gibi.

Brian-De-Palma-3

Yaralı Yüz

Brian-De-Palma
Al Pacino ve Penelope Ann Miller. Carlito’s Way

Doğaüstü ile ilgisi olmayan filmlerde bile De Palma’nın renk kullanımı hipnotik, canlı ve halüsinasyoneldir.

De Palma’nın Estetik saplantılarından biri, filmin hayata benzeyen ama olmayan bir araç olarak yapaylığı; “filmselliği”dir.

Hitchcock gibi De Palma da sinemanın algı ve bilinç üzerinde oynadığı hilelerden etkilenmiştir.

Her iki öğe de yanlışlıkla bir cinayet kaydeden Hollywood ses kayıt teknisyeni hakkındaki ihmal edilmiş bir film olan Blow Out’ta (1981) açıkça görülür.

Filmin sinematografisi Vilmos Zsigmond’a yapım tasarımı da Paul Sylbert’e aittir.

Ve bu iki teknik sanatçı filmde bizimkine benzeyen ama yine de tamamen yabancı, ürkütücü bir psikolojik alanı başarıyla yaratırlar.  

Brian-De-Palma
Blow Out. John Travolta

De Palma, rengi hem bir anlatı aracı olarak hem de sinema ve gerçekliğin doğasını, ikisinin birleştiği ve nerede ayrıldıklarını keşfetmenin bir yolu olarak izleyiciye sunar.

De Palma’nın sinematik hayallerini tasarlamak için renk psikolojisini nasıl kullandığını keşfetmek her film yapmak isteyen kişinin peşinde koştuğu bir hayaldir.

Flmografi:

  1. Carlito’nun Yolu – Carlito’s Way (1993)2. Patlama– Blow Out(1981)
  2. Dokunulmazlar– The Ontouchables(1987)
  3. Görevimiz tehlike – Mission İmpossible (1996)
  4. Günah tohumu – Carrie (1976)
  5. Yaralı Yüz – Scarface (1983)
  6. Gizli kuvvet – The Furry (1978)
  7. Savaş Günahları – Casualities of War(1989)
  8. Cennetteki Hayalet – Phantom of The Paradise(1974)
  9. Cani – Dressed to Kill (1980)

Kaynakça: IMDB.

 

 

Oyuncu – Hafıza ve Geçmiş Deneyimler

posted in: Oyunculuk | 0

Oyuncu

Hiç kimse kendi yaşamının dışında başkasının yaşamını yaşayamaz, ancak taklit edebilir.

Her birey başkaları için bir bilinmeyendir.  

Her birey de en çok bizzat yaşadıklarından etkilenir.

Hafıza, bir oyuncu’ nun  kendisi olamayan bir karakteri canlandırırken kullanabileceği duygusal hafıza’nın ana kaynağıdır.

Duygusal hafıza da insanın beş duyusunu – görme, işitme, dokunma, koku, tat alma – kullanarak hayali karakterler yaratmasını sağlayan algılayıcı hafızaya dayanır.

Algılayıcı Hafıza’ya bir örnek göstermek istersek; bir parkta sevgilinizle ilk buluşmanızı gerçekleştirdiğinizi ve onun size uzun saplı kırmızı bir gül hediye ettiğini düşünelim… Gülün kırmızı rengi, yapraklarının kadifemsi yumuşaklığı, sapının uzunluğu (kaç santim olduğunu bilmeseniz de “uzun bir sap” dersiniz), sapın üzerindeki elinize batan diken, vs gibi dokunma, görme, koklama  duyularının yarattığı fiziksel algılamalar bu obje -gül- hakkında bir kayıt bırakır. Bir süre sonra, bu gül elinizde olmasa bile, onu hatırlamanız istendiğinde bu algılar geri dönerek size yol gösterecektir…

Duygusal Hafıza bize yaşamda gerçekleşen bir olayın duygularımız üzerinde yarattığı etkiyi hatırlatır. Oyuncu bu tarz hafıza ile onu etkileyen önemli bir olayın bizzat kendisi ve hakim objesi değidir ama bu olayı çevreleyen fiziksel ortamın yarattığı duyguları anımsar.

Böylece bir oyuncu performansında kendi öz deneyimlerini kullanırken orijinal, kendine özgü ve duygusal gerçeklik yüklü bir iş çıkaracaktır.

Yukarda belirttiğimiz parkta buluşma anısını geri çağırdığımızda algılanan şey buluşmanın gerçekleştiği çevreleyen ortamın – yaprakların hışırtısı, çiçeklerin kokusu, kuşların ötüşü, gökyüzünün rengi, gülün kokusu vs gibi  –  yarattığı duygusal anılardır.

Yani şöyle diyebiliriz; algılayıcı hafızanın ürünü duygusal hafızadır.

Duygusal hafıza da bize bir oyuncu olarak yol gösterecek en önemli yetenektir.

Bu teknik, Group Theatre ın kurucusu Lee Strasberg’in geliştirdiği ve daha sonraActors Studio” tarafından da kullanılan bir tekniktir.

Tom McCarthy ve “Spotlight” filmi.

posted in: Film Yönetimi | 0

Tom McCarthy

Thomas Joseph McCarthy 7 Haziran, 1966) da New Providence, New Jersey, de dünyaya geldi.

İrlanda asıllı bir ailenin oğlu.

Yönetmen, Senaryo Yazarı ve de oyuncu. 

Tom McCarthy genellikle Bağımsız Filmler üreten bir sinemacı.

The Station Agent (2003), The Visitor (2007), Win Win (2011), Spotlight (2015), Stillwater (2021)

gibi.

Yönetmen: Tom McCarthy

Yazarlar: Josh Singer, Tom McCarthy

Cast: Mark Ruffalo, Michael Keaton,Rachel McAdams, John Slattery, Stanley Tucci.

“Spotlight” En İyi Film, En İyi Senaryo dallarında 2015 yılında Oscar ve En İyi Senaryo dalında BAFTA ödülü kazanmış bir film.

En İyi Yönetmen dalında da Tom McCarthy Oscar ve BAFTA’ya aday gösterilmiş.

Epey zaman geçmesine rağmen güncelliğini günümüzde de koruyan bir hikayeye sahip.

Ve bu gidişle gelecekte de bu güncelliği koruyacak gibi ne yazık ki….

Spotlight, 2002 yılında Boston Globe gazetesinde yayımlanmaya başlayan uzun soluklu bir haber dizisininden yola çıkıyor.

 Sonunda Boston’u ardından tüm Amerika’yı ve Katolik dünyasını sarsan bir skandalın açığa çıkarılma öyküsüne dönüşüyor.

Gerçek bir olaydan yola çıkan film. 1976 yılında bir rahibin çocuk tacizi suçuyla karakola götürülmesi ardından serbest bırakılmasıyla başlıyor.

Bu olay başta büyük yayın organları olmak üzere Medyanın ilgisini çekmiyor.

 Sinemasal mekanın akışı içinde hikaye 2001 yılının Boston Globe gazetesinde tekrar hatırlanıyor.

Bu arada gazetenin başına- dışarıdan biri – olduğu için de hoş karşılanmayan yeni biri getirilmiştir. Marty Baron’un ilk işlerinden biri, gazetenin uzun soluklu ve derinlemesine araştırmalar yapan ‘Spotlight’ ekibine start vermek oluyor.

70’lerden beri kim bilir kaç kez meydana gelmiş olmasına rağmen, görmezden gelinen, ya da örtbas edilen onlarca vaka böylelikle yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor.

‘Spotlight’ ekibinin uzun soluklu çalışması (2003 yılında Globe’un Pulitzer ödülü kazanmasını da sağlayan haber dizisi) hâkim çevreleri huzursuz ediyor.

Katolik Kilisesi’nin veya Kiliseyle iş birliği içindeki pek çok kişi ve kurumun, çocuk taciz ve tecavüzlerine nasıl göz yumdukları ve olayları profesyonelce nasıl örtbas edildiği gözler önüne seriliyor.

Sırf Boston’da yüze yakın rahibin taciz veya tecavüz ettiği neredeyse bine yakın çocuk olduğu gerçeği açığa çıkıyor.

Gazeteye basılan ilk haberle birlikte ise, yıllardır susan ya da susturulan ve ciddi travmalar yaşayan insanlar konuşmaya başlıyor. Katolik Kilisesi’nde taciz ve tecavüzün ne derece yaygın ve sıradan olduğu da böylece ispat edilmiş oluyor

Tom McCarthy, bu gazetecilik başarı hikâyesini dramatik sansasyonel tarza yönelmeden belgesel tadında izleyicilere aktarıyor.

Spotlight’ın ele aldığı meseleyi sunma konusunda da etik açıdan temkinli davrandığı söyleyebiliriz.

Film bize büyük ölçüde Alan J. Pakula’nın Robert Redford ve Dustin Hoffman’ın baş rolleri paylaştıkları 1976 yapımı ünlü filmi “Başkanın Bütün Adamları” nı anımsatıyor. Watergate skandalının ortaya çıkmasını sağlayan The Washington Post gazetesi muhabirleri Carl Bernstein ve Bob Woodward’ın yazdıkları kitaptan uyarlanan bir film “Başkanın Bütün Adamları”.

Her iki film de gazetecilerin, tanık bulma, delil toplama gibi süreçlere sadık kaldığı bir araştırmacı gazetecilik filmi

Tom McCarthy geçmişte kalan üstü örtülü gelmiş bir gazetecilik olayını gerçekliğe sadık kalarak perdeye aktarmayı tercih etmiş. Filmin karakterlerin tek özellikleri, araştırma yapıyor olmaları ve gerçeği kovalamaları. Günümüz filmlerinin aksine kişisel hayatlarına dair az sayıdaki sahne de yine tamamen konuya hizmet etmek üzere var.

Sömürü Sineması

posted in: Film Yönetimi | 0

Sömürü Sineması

(Exploitation Cinema)

Sömürü Sineması, sanatsal değerleri arka plana atıp, seyircinin korku, heyecan, merak duygularına hitap eden ve çabuk para kazanma amacıyla yapılan filmlere verilen bir addır. Sinemanın başlangıcından beri var olan Sömürü Sineması, “Mainstream-Ana Akım” sinemaya alternatif ve karşı bir söylem getirmiştir.

Bu tarz filmlere Sömürü Sineması denmesinin sebebi seyirciyi etkilemek için kurallara ve sansürlere meydan okuyan konulardan faydalanmasıdır.

Standard dışı zevkler, ölçüsüz seks, uyuşturucu partileri, şok etmeye yönelik bol şiddetli ve kanlı manzaralar sömürü sinemasının bilinen motifleridir. Bu filmlerin diğer ayırıcı özellikleri; star olmayan oyuncularla, düşük bütçelerle ve bağımsız olarak çekilmeleri, bilerek veya bilmeyerek yapılan devamlılık hatalarıyla dolu olmalarıdır.

Filmler hakkında kötü bir ün yaratılarak reklamları yapılır.

Sömürü Sineması, 1930’larda Hollywood’un büyük film şirketleri tarafından getirilen prodüksiyon kodunun (production code) yasakladığı her konuya el atmıştır: Salgın hastalıklar, uyuşturucu, kölelik, cinsellik ve çocuk sömürüsü vs. gibi.

O yıllarda Amerika’daki uyuşturucu yasağı sebebiyle masum insanların uyuşturucuyla kirlenmesi ve deliliğe doğru gitmelerini konu alan filmler yapıldı. Bu filmlerin en ünlüsü 1936’da çekilen “Reefer Madness” dır.

1970’lere gelindiğinde, sömürü filmlerinin popülerliği Amerika’nın yanı sıra Avrupa’da ve Uzak Doğu’da da arttı. Bu filmler her türlü sapık, psikopat, canavar, fışkıran kanlar, araba kazaları, erotik danslar ve bolca küfürün kullanıldığı sahnelerle doludur. Sömürü Sineması filmleri, ahlaki meseleleri kurcalamasıyla seyircide hem merak hem de tiksinti uyandırarak kendi cazibesini doğurmuştur.

Sömürü sineması birçok alt türe ayrılır:

Seks sömürü filmleri (Sex exploitation): Bu filmler çıplak veya yarı çıplak kadınların olduğu erotik sahnelerle doludur.

O dönemin örnek filmleri: The Immoral Mr. Teas (1971), Kiss Me Quick (1964), Scum of the Earth (1963), Lorna (1964)

Siyah sömürü filmleri (Black exploitation): Afrika kökenli Amerika’lılara yönelik, siyahların oynadığı, kenar mahallelerdeki hayat tarzı, uyuşturucu ve fahişelik gibi konuların işlendiği filmler.

O dönemin örnek filmleri: Sweet Sweetback’s Baadasssss Song (1971)

Zombi Filmleri: Normal zombi filmlerini sömürü sineması düzeyine çeken, bol kan ve çıplaklık kullanan filmlerdir. Birçok zombi filmi İtalyan yönetmenler tarafından yapılmıştır.

O dönemin örnek filmleri: Dawn of the Dead (1978), Zombi 2 (1979), Zombi Holocaust (1980)

Şok Filmleri (Shock exploitation): Seyirciyi şoke etmek amacıyla vahşi ve gerçekçi şiddet görüntüleri içerir. Cinayet, intihar, tecavüz ve ensest işlenen konulardan bazılarıdır.

O dönemin örnek filmleri: The Virgin Spring (1959), Last House on the Left (1972), The Texas Chainsaw Massacre (1974), The Hills Have Eyes (1977)

Motosiklet Filmleri (Biker Films): Birçok seks ve şiddet sahnesinin olduğu motosiklet çeteleriyle ilgili filmler. 1960’ların sonlarına doğru yayılmaya başlamış bir türdür.

O dönemin örnek filmleri: The Wild One (1953), Hell’s Angels on Wheels (1967), Satan’s Sadists (1969) 

Yamyam Filmleri (Cannibal Films): 1970’lerde başlayan bu tür sömürü filmleri bol kanlı ve şiddetli sahneler içerir. Eski çağlara ait kabilelerin vahşi hayatları ve egzotik mekanları kullanır.

O dönemin örnek filmleri: Cannibal Holocaust (1980), Cannibal Holocaust II (1988)

Jidaigeki Filmleri: Uzak doğuda 1970’lerde ortaya çıkan, gelenek dışı samuray filmleridir. İntikam isteyen anti-kahramanlar, kanlı kılıç oyunları, anlamsız çıplaklık ve seks sahneleri bu filmlerin özellikleridir.

O dönemin örnek filmleri: Hanzo the Razor (1972), Shogun Assassin (1980)

Mondo Filmleri: Sansasyonel temaları işleyen şok edici belgesel ya da sözde belgesellerdir. Egzotik toplumların seks gelenekleri, şiddete yönelik davranışlar, korkunç ölüm ya da cinayetler gösterilir.

Bu filmler eğiticilikten ziyade seyirciyi şok etmeye yöneliktir ve çoğu sahneler önceden hazırlanmıştır.

Sömürü sineması zamanla kendi estetiğini oluşturmuştur:

Yakın çekimler, atlayan geçişler (jump-cuts), karakterin bakış açısını gösteren görüntüler, siyah-beyaz, renk baskınlığı olan-genellikle kırmızı- çekimler veya yavaşlatılmış çekimler vs.

Bu filmlerinin seyirci kapasitesini gören Hollywood sonunda sömürü Sineması’na da el attı.

Amerika’da, 1968’de prodüksiyon kodu yeniden gözden geçirildi. 

Filmler büyük ve genç seyircilere uygunluğu açısından 5 sınıfa ayrıldı. Yeni MPPA değerlendirme sistemine göre, bir zamanlar sadece sömürü sinemasına ve B filmlerine ait olan tabu konular ve şiddetli sahneler, 17 yaşın altındakilerin izlemesinin yasak olduğu X değerlendirmesiyle Hollywood filmlerine sızdı.

Sömürü filmleri prodüksiyon koduna uymadıkları için büyük stüdyoların dağıtım olanaklarından faydalanamıyorlardı. Bu yüzden sömürü sinemacıları kendi dağıtım sistemlerini buldular. Eski tiyatro binalarını sinemaya çevirerek sadece sömürü filmleri gösteren sinemalar oluşturdular.

Bu yerlere “Grindhouse” denildi. 1980’lerde Hollywood’da büyük bütçeli filmlerin yapılması ve video gösteriminin gelişmesiyle grindhouse’lar kapandı.

Fakat sömürü türü, ev sineması ve televizyon programları ile varlığını sürdürmeye devam etti.

Sömürü sineması, 1990’lardan bu yana akademik çevreler tarafından da ilgi görmüş ve “paracinema” olarak adlandırılmıştır.

 

 

Senaryo ve Oyunculukta 4N1K ve İmgelem.

posted in: Oyunculuk | 0

 

Senaryo ve Oyunculukta 4N1K

Yaşadıklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimiz, bunlarla ilgili hayaller kurmamız, hayal gücümüzü geliştirir. İmgelem, var olmayan ya da olması olanak dışı şeyler oluşturmaktır. Bir oyunda diğer oyuncuyu öldüren kişi, asla karşısındakini öldürmemiştir. Benzer şekilde bir senaryoda bir karaktere cinayet işleten yazar olmayacak bir eylemden bahsetmiştir.

Bu bağlamda bir oyuncunun ve bir yazarın işlevi birbirine benzerlik kazanır. Her ikisi de yaratıcılık aşamasına gelindiğinde Senaryo ve Oyunculukta 4N1K yı kullanır.  Sonuçta her ikisi için de bir yaratıcılık söz konusudur.

 Oyuncu imgelem oluşturarak rolü gereği o insanı öldürebilmeli gerçek bir katil gibi davranış sergileyebilmelidir. Yazar da kâğıt üzerinde veya perdede gerçek bir katil yaratabilmelidir. İmgelemenin başarılı uygulanması, hayal gücünün etkin olmasına bağlıdır. Hayal gücünden yoksunluk oyuncunun veya yazarın kendine özgü yaratıcı gücünün gelişmemesine yol açar. Buna bağlı olarak başarı ve verimlilik asla gelmeyecek demektir.

Senaryo ve Oyunculukta 4N1K ve İmgelem derken hatırlamamız gereken Gözlem yapmanın imgelemenin en önemli olgusu olduğudur. Çevrede olup bitenleri, insanların karakter biçimlerini, olaylar karşısındaki tepki ve etkilerini çok iyi gözlemleyip bilinç altına yerleştirmek gerekir.

İmgelemin geliştirilmesi çalışmasında sorulması gereken beş soru, kesinlikle yanıtsız bırakılmamalıdır. Bu beş soru yaratıcılığın en gerekli unsurlarıdır. Başarı, soruların yanıtlarından algılanan durumları, kişilik özelliklerini ve yaşam biçimini role veya yaratılan karaktere uygulamaktan geçer.

Beş ana soru ve yanıtları, karakteri canlandırmada oyuncuya veya yazara, kesin başarı kazandırır. Şimdi bu beş ana soruyu ve açılımlarını inceleyelim.

Sorulması gereken sorular. Kim, nerede, ne zaman, nasıl, niçin?

  • NEREDE?

Hikayenin geçtiği ülke, şehir, bölge, mahalle, sokak, özel mekan. Yani hikâye veya tek bir olay nerede gerçekleşiyor?

  • NE ZAMAN?

Hikâyenin, zaman olarak geçtiği çağı, çağın özelliklerini, insanların karakter ve davranış biçimlerini incelemekle soruya yanıt aranır.

  • NASIL?

Kamera önünde ve sahnede uygulanacak eylemin nasıl ve ne tür davranış gerektirdiğini anlamaya çalışarak yanıt aranır. O kişi nasıl yürürdü? Nasıl otururdu? Vb.

  • NİÇİN?

Canlandırılacak kişiliğin amacının ne olduğunu zorlamak ve emelin amacını ortaya çıkarmak için yanıt aranır.

  •  KİM?

Canlandırılacak karakterin yaşamının ve yaşının kaç olduğunu, çevresi ve insan ilişkileri ile onlara nasıl davrandığını, mesleğini ve fiziksel yapısının nasıl olduğunu belirler. Bu önemli soruların yanıtlarına ilave olarak şunları da bağdaştırıp incelemeli ve yanıtını aramalıyız.

1 – Ben (Kendim). Bu rolü ben oynayacağım veya senaryoda karakteri ben yaratacağım. Ben, olarak gerekli yorumum ne olmalıdır.

2 – Ben (Deneyimim). Benim yaşam deneyimim bu uğraşa ne gibi bir katkıda bulunacaktır.

3 – Yaşım. Yaşımın gerektirdiği durumu yorumumun içinde nasıl kullanacağım.

4 – Geçmişim. Geçmişimin içindeki anımsadığım hayallerimi nasıl kullanabilirim.

Tüm bu sorulara alınacak yanıtlar rolün yorumunu veya karakterin yaratılmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.

 

 

 

 

Slow Motion – Yavaş Hareket

posted in: Kamera | 0

Slow Motion 

Cinema – Sinema genel anlamı ile bir hikayenin düzenli aralıklarla parçalara bölünerek hareketli görüntüler haline dönüştürüldükten sonra  bu parçaların birbirine eklenmesi ile görsel olarak oluşturulup  perde veya ekranda izlenmesi olayıdır.

Bu hareketli görüntüler aslında fotoğraf karelerinden oluşur. 

Eğer biz bu kareleri belirli bir hızla gözümüzün önünden geçirirsek ( saniyede 24 kare) hareketli görünmeleri sağlarız.

Bu olay bir göz kusuruna dayanır. Göz hatırlama yapar yani retina tabakası üzerine düşen götrüntü hemen kaybolmaz bir süre kalır . Ve gözümüz bu birbiri üstüne eklenen bu kareleri hareketli görür.

24 kare/saniye normal çekim hızıdır.

Slow Motion günümüz sinemasında görüntüye özel bir görünüm kazandırmak amacıyla en çok kullanılan fotoğrafik tekniklerden biridir.

Slow Motion – Yavaş Hareket nedir ?

  • Bir sinema filmi resim karelerinden oluşan çekimler dizinidir. Her bir çekimde yer alan hikayenin o öznel anındaki karakterleri, dekoru ve hareketleri en iyi şekilde anlatabilmek için kameranın en doğru konumda olması gerekir.
  • Film üzerindeki görüntü boyutu teknik olarak kameranın konuya olan uzaklığı ve kullanılan objektifin odak uzunluğu ile belirlenir.
  • Shutter– Örtücü – Obtüratör. Pencerenin önünü açan ve kapayan bir perdedir.
  • Bu perde poz süresini, örneğin saniyede 24 kare olacak şekilde ayarlar. Bunun yanında değişik çekim hızları da vardır. Saniyede çekilen kare sayısı arttıkça çekim hızı da artıyor demektir.
  • 25 kare/sn – fps
  • 50 kare/sn
  • 240 kare/sn
  • 480 kara/sn
  • 1000 kare/sn

    Slow Motion – Yavaş Hareket nasıl yapılır.

  • Yüksek hızlı kameralarda hızlı çekim yapılır ve sonra çekilen bu görüntüler normal kare hızında 24 – 25 kare / saniye oynatılarak zaman daha yavaş akıyormuş gibi görünür.
  • Normal hızla çekilen görüntülerin daha yavaş hızla oynatılması ile. Bu yöntem daha ziyade anında gösterimin önemli olduğu video da kullanılır.
  • Günümüzde daha çok tercih edilen yöntem bu işin post prodüksiyonda bilgisayarlar tarafından digital olarak yapılmasıdır. Çekilen karelerin birbirine katılması ile yavaş hareket etkisi elde edilir.