Marlon Brando ve Gizemli Yaşamı

Marlon Brando

 [metaslider id=1759]

 

 

Marlon Brando 3 Nisan 1924 yılında Omaha, Nebraskada dünyaya geldi.

Şiddetli geçimsizlik yaşayan anne ve babası bir süre sonra boşandılar. Marlon, kız kardeşleri Frannie ve Jocelyn ile birlikte aslen Alman asıllı olan bir oyuncu olan anneleri Dorothy Julia’nın yanında kaldılar.

Aile boşanmanın ardından Kaliforniyaya taşındı. Ardından anne ve babası barıştı ve aile tekrar birleşti.

Marlon Brando’nun kız kardeşleri de oyunculuğa meraklı idiler. Jocelyn Brando, Amerikan Dramatik Sanatlar Akademisin’de okudu. Broadway’ de sahneye çıktı ve  filmlerde ufak roller aldı. Frannie Brando ise New York’a Sanat Okulu’na gitti.

Marlon Brando’nun karakterinde yatan olağan dışı aşırılıkların ipuçları çocukluk yıllarına kadar uzanır.

Rol yapma eylemi, etrafını çevreleyen olumsuz atmosferden kaçmak için ürettiği bir yöntem gibidir. Annesi alkolikti, sık sık yollara düşen bir satıcı olan babası ailesiyle ilgilenmemesinin yanısıra  onlara şiddet uygulamaktan hoşlanıyordu.

Daha henüz yedi yaşındayken çok güzel lehçe taklidi yapar; çünkü babası bundan çok hoşlanmaktadır.

16 yaşındayken girdiği askeri okuldan disiplin sorunu yaşadığı ve sık sık okuldan kaçtığı için atıldı. Bir süre babasının yanında çalıştıktan sonra New York’taki ablasının yanına geldi. New York Brando’nun karmaşık karakterini oluşturduğu şehir olmuştur.

Sık sık sokaklarda yatıp kalkıyor ve gözlem yapıyor, serseriden bankere kadar çevresindeki  tüm insanların davranışlarını inceliyordu. Daha sonra bu gözlemlerini ablasının da devam ettiği ve Stella Adler’in oyunculuk dersi verdiği “New School” da aldığı eğitimle pekiştirdi.

Brando sürekli öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti; okulunun da etkisiyle kitaplara gömüldü ve bu tutkusu tüm yaşamı boyunca devam etti; kitap okudu, yeni şeyler öğrenmeye çalıştı.Yeteneklerinin yanısıra onu böylesine büyük bir oyuncu yapan faktörlerden biri de bu tutkusu olsa gerek.

Marlon Brando kariyerinin ilk çıkışını 1944 yılında Broadway sahnesinde yaptı.

“I Remember Mama” isimli oyunda büyük bir başarı yakalamasının ardından tüm yetenek avcıları peşine düştü fakat Brando 7 senelik bir kontratla kimseye bağlanmayı kabul etmediği için bir menajer tarafından temsil edilemedi.

1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Menfilmiyle sinema dünyasına etkili bir giriş yaptı. Bu filmde canlandıracağı rol için  gaziler hastanesinde kalarak uzun süre gözlem yaptığı ve rolü için hazırlandığı söylenir. Marlon Brando’yu “The Men” filmininin ardından “ A Streetcar Named Desire – Arzu Tramvay’ı” filmindeki uzun süre aktörle özdeşlenen ve  babasının kabadayı karakterinin birebir yansıması olan Stanley Kowalski karakterinde izleriz. Film’in 3 Oscar ödülü kazanmasına rağmen Brando’ya beklenen Oscar verilmemiştir.

Daha sonraları “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” ve “God Father – Babafilmleriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında iki kez Oscar’ı kazanmasına rağmen 1972 yılı Oscar ödül törenine kendisinin gitmeyip yerine Kızılderili genç bir kızı göndermesinin altında yatan sebeplerden biri de aslında kırılgan bir duygusal yapısı olan aktörün gençliğinde yaşadığı bu hayal kırıklığı olabilir. Marlon Brando, törenin ardından Amerikan hükümetinin ve Hollywood’un Western filmleri yoluyla kızılderililere yyaptığını kabul edemediği için Oscar’ı protesto ettiğini söyledi ve bir gecede Brando efsanesi oluştu.

Marlon Brando oldum olası Oscar Ödül Törenleri ile arası pek iyi olmamıştır;

1953 yılında Shakespeare’in “Julius Caesar” oyunundan uyarlanan filmde Marcus Antonius rolüyle Oscar’a 3. kez aday oldu ama ödülü alamadı.

O zamanlar Hollywood Brando’ya karşı çok sert bir tutum takınmıştı. Eleştirmenlerin onu dönemin en iyi oyuncusu olarak göstermesi ve filmlerinin gişe başarısına rağmen ödül alamaması büyük yankı uyandırıyordu.

Fakat Marlon Brando yine umursamaz tavrını takınarak  arkadaşlarına: “Eğer film stüdyoları, yerleri silmem için de aynı parayı verseydi, oyunculuk yerine yerleri silmeyi tercih ederdim.” demiştir.

1955 yılında yapılan 27. ödül töreninde sürekli çiklet çiğnemiş ve aktris Bette Davis En İyi Erkek Oyuncu ödülünü açıklamak için sahneye çıktığında çiğnemesini durdurmuş, adı anons edilince ağzından çikleti çıkararak cebine koymuş ve ödülü almak için sahneye yönelmiştir.

“The Wild One – Kanlı Hücum” filminde oynadığı motosikletli, blucinli, deri montlu Johnny Strabler karakteri dönemin bir idolü haline geldi ve gençlerin büyük çoğunluğu onu taklit etti.

1952 yılında ise Broadway yıllarında tanıştığı Elia Kazan’ın “Viva Zapata! – Yaşasın Zapata!” filminde Meksikalı devrimci rolünü üstlenmiştir. Oynadığı bu rolle büyük beğeni topladı ve Oscar’a yine aday oldu

1954 yılına gelindiğinde ise Elia Kazan’ın yönettiği “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” filminde ki Terry Malloy rolüyle sinema tarihinin unutulmaz performanslarından birine imza attı. Oscar’a En İyi Erkek Oyuncu” dalında üst üste 4. kez aday olan Brando, bu rolüyle en sonunda Oscar’ı aldı. Oynadığı rolü adeta yaşayan, karaktere verdiği gerçekçiliğiyle birçok kişiye göre sinema tarihinin en iyi oyunculuk performansını sergileyen Marlon Brando için filmin yönetmeni Elia Kazan “Sinema tarihinde bundan daha iyi bir oyunculuk performansı var mı bilmiyorum” yorumunu yapmıştır. Bu rolüyle neredeyse almadık ödül bırakmadı.

Elia Kazan Brando’nun çağdaşı ve ondan sonra gelecek nesil olmak üzere iki jenerasyonu mahvettiğini söyler. Kazan’a göre Brando hiç bir zaman bir Metot oyuncusu olmamıştır. O da oyunculuğunda bir metot uygular ama bu Adler’in öğrettiği Metot değil, kendi dehasının ürünü kendi metodudur. Böylece bilinen Metot oyunculuğu öğretisini uygulayarak Brando’yu taklit etmeye çalışan tüm genç oyuncular başarısız olmuştur.

Marlon Brando’nun kariyeri 50’li yılların sonundan itibaren iniş dönemine geçti.

Oyunculuk açısından başarılı ama gişe başarısı yakalayamayan filmlerde oynadı.

The Fugitive Kind – Kaçak Türden (1960), One Eyed Jacks – Ask ve intikam (1961), Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan (1962), The Ugly American – Çirkin Amerikalı (1963), Chase- Kaçaklar (1966), Batida Vuruşanlar (1966) ve Reflections in A Golden Eye – Parıltılı Gözler (1967). gişede başarısız olan filmleri oldu.

1961 yılında çekilen “One-Eyed Jack” filmi ilk ve tek yönettiği filmdir. Film her ne kadar beğenildi ve gişe de iş yaptıysa da çekim o kadar uzamış ve yapım maliyeti o kadar yükselmişti ki getirisi gideri karşılayamadı. Brando, son derece başarılı bir oyuncu olmasına rağmen insan yönetimi, ekip çalışması ve organizasyon yönünden de o kadar zayıftı. Bir türlü bitmeyen film, stüdyo tarafından zorla Brandonun elinden alındı ve kurgu odasında tamamlandı ki Brando kurgu odasından da çok sıkılmıştı.

60’lı yıllar Marlon Brando’nun politik tutumunun ve aktifliğinin zirve yaptığı yıllardır. Amerikan Yerlilerinin ve siyahilerin haklarının savuncusu olmuştur. Southern Christian Leadership Conference’ın 1963 martındaki yürüyüşüne ve  Black Panther – Siyah Panterlerin 1968 yılındaki yürüyüşüne katılması ona fazla hayran kazandırmaz, aksine kaybettirir. Özellikle Amerika’nın Güney eyaletlerinde Brando’ya karşı gizli bir ambargo başlar, dağıtım zincirleri filmlerini dağıtmaz ve göstermez.

Marlon Brando, sıkıntılarla geçen 60’lı yıllardan sonra maddi anlamda zor günler geçiriyordu. “The Godfather – Baba” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola aktörle ilk temasa geçtiğinde Brando Mafya’yı yüceltmek istemediği için bu rolü kabul etmemiş fakat daha sonra maddi sorunlarının da etkisiyle evet demiştir. “Baba” filmindeki “Don Vito Corleone” rolü ona kuşaklar boyunca unutulmayacak bir prestiji de beraberinde getirdi. Birçok sinema eleştirmenlerine göre “tüm zamanların en iyi oyunculuk performansı” nı gösteren Brando, taraflı tarafsız herkesin büyük beğenisini kazandı ve o sene 2. Oscar’ını aldı.

The Godfather’dan sonra belki de çektiği en erotik film olan “Last Tango in Paris – Pariste Son Tango” ona yeni bir  Oscar adaylığı getirdi..

1970’li yılların sonlarına doğru küçük rollerde oynadı.

”Superman” filmindeki 10 dakikalık Cameo rolü için astronomik ücret talep etti ve istediği ücreti de aldı. Sadece 2 haftalık çekimler için 11.25 milyon dolar alarak bir rekora imza attı.

“Apocalypse Now – Kıyamet” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola  sadece 20 dakikalık rolü olan karakterine (filmin ilham aldığı romanda Kurtz malarya hastalığından dolayı çok zayıf, adeta bir çocuk görünümündeymiş) uyum sağlayabilmesi için kilo vermesini istemiş ve Brando kabul etmiş. Astronomik ücretininin bir kısmını önceden almış olan 52 yaşındaki Brando Filipinlerdeki sete geldiğinde hiç kilo vermediği aksine aldığı görülünce görüntü yönetmeni Vittorio Storaro aktörün sahnelerinin çoğunu gölgede çekmek zorunda kalmış.

Marlon Brando’nun psikolojik yapısında oluşan morluk ve berelenmeler onun tüm yaşamını etkilemiştir.

Uzun yıllar bunları tamir etmeye çalıştığını söyleyen aktör sık sık “bir yetimhaneye düşse idim daha sağlam bir birey olarak yetişirdim” der.

Kariyeri boyunca Hollywood ve otorite ile bir türlü barışamayan Brando’nun kendisi de bir cins Oedipus kompleksi taşıdığını itiraf eder. Oedipus kompleksi Sophocles’in meşhur “Oedipus Tragedyası”ndaki, annesiyle evlenen Oedipus’un dramında olduğu gibi, adını eski mitolojik öykülerden alır. Freud’a göre 4-5 yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklindeki davranış tarzını belirtmek için kullanılmıştır.

Marilyn Monroe’ye göre gelmiş geçmiş en çekici erkek olan Brando kadınları sürekli cezbeder ama onları hep terk eder. Üç kez evlenip boşanır ve üç kadından beş çocuğu olur.

“Kadınları kışkırtarak test ederim; kırılma noktalarına geldiklerinde hemen yalan söylerler” derken bu maço davranışın altında yatan gerçeğin ilgisini beklediği ama mutluluğu içki şişelerinin dibinde arayan alkolik annesine olan güvensizliğin olduğu kesin olsa gerek.

Marlon Brando meditasyon yolu ile hastalıklarını iyileştirebileceğine inanıyordu.

1990 yılında bir operasyon geçirmesi gerektiğinde anestezi istemediğini, sadece bir ağrı kesici iğne ile yetinip meditasyon yolu ile kendini uyutacağını söylemiş. Doktorların bunu kabul etmemesi üzerine doktorların gözü önünde 20’li değerlerin üzerine yükselen tansiyonunu normal değerine meditasyon yaparak düşürmüştür.

Çalkantılı çocukluk yaşamının yanısıra kendi kurduğu ailesi de hayli zor zamanlar geçirmiştir.

80’li yıllardan itibaren yaşadığı ailevi sorunlar sonucu kendini dünyaya kapatan oyuncu neredeyse hiç bir filmde rol almadı. 90’lı yıllar Brando için çok daha sıkıntılı ve yıkıcı yıllar oldu; büyük oğlu kız kardeşinin sevgilisini öldürdü. Bu olaydan sonra Brando’nun kızı intihar etti.

Marlon Brando’nun kaderini tayin eden gerçeklerinden birisi de yeme alışkanlığı olmuştur.

Yaşamını türlü iniş çıkışlarla yaşayan aktörün yeme alışkanlığı da bu yaşama uygun ve alışılmışın dışındaki travmatik karakterinin benzeridir.

Marlon Brando’nun ilk filmi “The Men”in yardımcı oyuncularından Richard Erdman’a göre ünlü aktör bütün gün abur cubur ve bir kutu fıstık ezmesi yiyerek yaşıyormuş.

Uzun süre fit görünümünü koruyan Brando 60’lı yıllardan itibaren kilosunu korumak için şok diyetlere başladı. Fakat bu diyetlerle verdiği kiloları hemen ardından geri alıyordu.

Marlon Brando’nun en büyük sorunu tatlıya aşırı düşkün oluşuydu. Tatlı ihtiyacını dizginlemek için bir günde kilolarca süt içtiği söylenir.

İlerleyen yıllarda diyet yapmaktan tamamiyle vaz geçti ve aşırı yemeğe başladı.

Sabah kahvaltıları çok zengindi; bol mısır gevrekli, salamlı, sosisli, yumurtalı, türlü çeşit peynirli bu kahvaltılar yüzünden ismi “branflakes”e çıkmıştı. Bir diğer rol arkadaşı film çekimlerinde set aralarında 2 biftek, patates, 2 elmalı turta ve süt tükettiğini söylüyordu. Hatta  Brando’ya set ekibi doğum gününde “Umarım Bu Uyar” yazılı hayli uzun bir kemer hediye etmiş.

Brando’nun 6 adet hot-dog’u gecenin bir vakti uyanıp yediği söylentiler arasında…

En garip söylenti ise, 1976 yapımı “Missouri Breaks” filminin çekim aralarında gölde bulunan bir kurbağayı avlayıp ısırdığı ve parçayı içeceğine atıp içtiği söylentisidir…

1980’li yıllara gelindiğinde ise bu kötü yeme alışkanlığı şok diyetlerle alınan kalorileri verememesiyle daha da kötüleşmeye başlar. Ünlü aktörün kız arkadaşları kendisini birer birer terkeder. 80’lerin sonunda 1.75 boyundaki Brando 158 kiloya kadar çıkmıştır. Hayatın sonuna kadar şok diyetler ve kötü yemek yeme alışkanlığını sürdüren Marlon Brando sonunda 70 kilo kadar vermeyi becerir fakat  iç organları zarar gördüğü için sağlık durumu kötüleşir.

Marlon Brando son günlerinde hastalığına rağmen “Big Bug Man” filminde seslendirme yapmayı kabul eder ancak ömrü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmez.

Usta oyuncu 1 Temmuz 2004 tarihinde hayatını kaybeder

Ölüm nedeni bir süre gizli tutulan aktörün menajeri Jay Cantor, Marlon Brando’nun akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat ettiğini söylemiştir. Cenazesi kendi isteği üzerine yakılır ve külleri Haitideki adasının çevresine serpilir.

Marlon Brando derki…

 

 

viva zapata
V,iva Zapata! – Yaşasın Zapata!

 

John Wayne’in filmlerini izlemekten her zaman hoşlandım ta ki bir grup kızılderili ile konuşana kadar; o zaman bu filmlerin – bir çok Hollywood yapımı gibi – ne kadar hasar verici ve  yıkıcı olduklarını anladım.

Marlon Brando

Resim: “Viva Zapata!” filminden bir kare

Metodun oluşum ve gelişimi

Metodun oluşum ve gelişimi; Stella Adler.

Metodun oluşum ve gelişiminde rol oynayan öneml iismlerin başında gelen Stella Adler oyunculuk sanatında Konstantin Stanislavski‘den bizzat ders alan tek Amerikalı oyuncudur.

Bu eğitime ve Lee Strasberg’in çalışmalarına dayanarak kendi Metodunu geliştirmiştir. Ancak Strasberg’den farklı olarak duygusal geri çağırmaların yanısıra hayal gücünü de kullanır.

“Annem’in ölümünü hatırlayarak bunun üzerine bir rol oluşturmak benim için hastalıklı ve şizofrenik bir yaklaşımdır. Eğer bu oyunculuksa istemem.” der.

Adler’e göre her oyuncu kendi eşsiz içsel deneyimlerinin ötesine geçmek zorundadır.

Marlon Brando’nun oyunculuğunun Strasberg metoduna dayandığı söylenirse de Brando Adler’in öğrencisidir.

Adler’in diğer öğrencileri arasında ise Mark Ruffalo, Robert De Niro , Benicio Del Toro  ve Melanie Griffith gibi isimler sayılabilir.

 

Metodun oluşum ve gelişimi
Mark Buffalo

Metodun oluşum ve gelişimi; Lee Strasberg.

Kendisi de bir aktör olan Strasberg’in metodu da Moskova Sanat Tiyatrosun’dan ve tabii ki Stanislavski’den ilham alır. Oyuncuları, karakterlerinin duygusal dünyasını daha derinden anlamaya ve bu dünyaya daha derin bağlantılar kurmaya çalışırken kendi içsel duygusal deneyimleri ile bütünleştirmeye teşvik eder.

1982 yılında ölümüne kadar bir çok ünlü oyuncuyu eğitmiştir.  James Dean, Ellen Burstyn, Paul Newman, Al Pacino, George Peppard, Marilyn Monroe, Julie Harris, Dustin Hoffman, Jane Fonda, Mickey Rourke gibi ikonik oyuncular Strasberg‘in öğrencisidir.

Angelina Jolie, Scarlett Johansson ve Steve Buscemi gibi isimler de onun metodundan ilham almışlardır.

 

Metodun oluşum ve gelişimi
Dustin Hoffman

Metodun oluşum ve gelişimi ; Sanford Meisner.

Meisner kendine has metodunu 1930’lu yıllarda The Group Theatre’da Lee Strasberg ve Stella Adler ile birlikte yaptığı çalışmalarla geliştirmiştir.

Meisner, oyunculara “belli hayal ürünü durumlar altında doğru bir şekilde yaşamayı” öğretir. Bu teknikte her şeyden önce açıklık, dürüstlük ve karşısındakini dinleme önem taşır.

Hayli pratik bir metoddur. Ünlü tekrar alıştırmasında karşılıklı oturan iki oyuncu birbirlerine söylediklerine açık ve dürüst cevaplar verir ve sohbet gelişerek devam eder.

Meisner 1935 yılında New York Üniversitesinin Neighborhood Playhouse bölümüne katıldı ve kendi organik tekniği ile aralarında Robert Duvall, Grace Kelly, Gregory Peck ve Diane Keaton  gibi isimlerinde yer aldığı yüzlerce öğrenci yetiştirdi.

 

Metodun oluşum ve gelişimi
Diane Keaton

Metodun oluşum ve gelişimi; Michael Chekhov.

Anton Chekhov’un yeğeni ve Stanislavski’nin yıldız öğrencisi Michael Chekhov Rusyada yaşadığı sürgün döneminin ardından 1920’li yıllarda Avrupa ve Amerikaya geldi.

Chekhov beden, zihin ve duyuların bilincinde olmanın önemli olduğu psikofiziksel oyunculuk yönteminin öncülüğünü yapmıştır.

Clint Eastwood, Anthony Hopkins, Helen Hunt, ve Jack Nicholson Chekhov Tekniği ile eğitilen oyunculardır.

Metodun oluşum ve gelişimi
Clint eastwood

Akira Kurosawa ve hikaye

 

 

 

akira kurosawa1
Akira Kurosawa

 

Eğer Büyük bir yönetmen olmak istiyorsanız önce iyi bir senaryo yazarı olun.

Akira Kurosawa

 

Hikayenin her şey olduğuna inanan yönetmen hiç bir büyük yönetmenin kötü bir senaryodan iyi bir film çıkaramayacağını söylemiştir.

Büyük sinema adamına göre; tekniği ne kadar zorlasanız da – çok güzel görüntüler çekseniz ve yetenekli oyunculardan olağanüstü performanslar alsanız da- kötü bir hikayeden büyük bir film yapılamayacağına, olsa olsa ancak seyredilebilir bir film yapılabileceğini söyler.

 

akirakurosawa2

 

Akira Kurosawa bu bağlamda film yönetmenlerine senaryo yazmalarını ve aşağıda sıralanan önerilere uymalarını tavsiye eder;

  • Dünyanın büyük romanlarını ve dramalarını okuyunuz.
  • Sonra bunların neden böyle büyük olduklarını düşününüz.
  • Eseri okurken uyanan duygularınızın hangi olaylardan üretildiğini araştırınız.
  • Karakterlerin yetkinliği hangi özelliklerinden kaynaklanıyor?
  • Olaylar nasıl gelişiyor ve sizi doruk noktaya taşıyıp merak ve bağımlılık uyandırıyor?
  • Büyük filmleri seyrediniz.
  • Büyük filmlerin senaryolarını okuyunuz.
  • Büyük yönetmenlerin film teorilerini ve özgün dillerini inceleyiniz.

Ancak bu şekilde önce büyük bir senaryo yazarı sonra da yönetmen olursunuz.

Akira Kurosawa der ki, hayatı boşa geçirmeyin…

Bir çok hikaye anlatıcı ve film yapımcısı “bildiğinizi yazın” der. Bu çok yanlış yorumlanan bir söz.

Eğer 37 yaşında bir araba tamircisi iseniz sadece 37 yaşındaki araba tamircilerinin hikayesini yazacaksınız demek değildir bu söz…

Öyle olsaydı İsveçli bir bakanın oğlu olan İngmar Bergman sadece politik konulara yönelir aşk, ölüm, tanrı ve yalnızlığı anlatan filmler çekmezdi.

Kurosawa sanatçılara yaşamlarını bire bir aktarmak yerine, yaşama aktif bir şekilde katılarak, elde edilen yaşamsal tecrübeleri analiz edip, sonuçlar çıkararak bunları anlatacakları hikayelere uygulamayı öneriyor.

Metot Oyunculuğu ve Stanislavski Sistemi

 

Metot Oyunculuğu

metot2
Stanislavski

 

Stanislavski, 1922-1924 yılları arasında, Moskova Sanat Tiyatrosu üyeleri ile birlikte, iki yıl süren bir Avrupa ve Amerika turnesine çıktı. Fakat bu turnenin sonunda, Moskova Sanat Tiyatrosu’nun Andrius Jilinsky, Leo Bulgakov, Barbara Bulgakov, Richard Boleslavski, Maria Ouspenskaya, Maria Germanova, gibi bazı oyuncuları Rusya’ya geri dönmediler ve Amerika’da kalarak oyunculuk okullarında ders vermeye başladılar. Bu oyuncular o zamana kadar temel bir sistemi olmayan  Amerikan oyunculuk eğitimini Stanislavski Sistemi’nin esasları üzerinde şekillendiriyorlardı. Böylece Stanislavski’nin öğrencileri Richard Boleslavski ve Maria Ouspenskaya’nın 1923-1926 yılları arasında oyunculuk dersleri verdiği American Laboratory Theatre’da, Metot Oyunculuğu’nun temelleri atılmış oldu.

Lee Strasberg, Stella Adler, Ruth Nelson, Harold Clurman  American Laboratory Theatre’da eğitim almışlardır.

Harold Clurman ve Lee Strasberg, Cheryl Crawford’la daha sonraları bir araya gelerek Group Theatre’ı (1931-1940) kurdular.

The Actors Studio ise  başta Elia Kazan, Cheryl Crawford ve Robert Lewis  gib profesyonel  oyuncu, yönetmen ve oyun yazarları tarafından 1947 de kar amacı gütmeyen bir organizasyon olarak New York’da kuruldu. Ardından1940 yılında kapanan Group Theatre’ın, Stella Adler, Lee Strasberg, Sanford Meisner gbi elemanları da The Actors Studio’ya katıldılar.

metot3
Paul Newman

 

Metot’un temel standartlarını belirleyenler Group Theatre’da birlikte çalışmış olan bu isimlerdir.

Çağdaş batı tiyatrosunun yaygın tiyatro anlayışı olarak kabul edilen Stanislavski Sistemi ve bunu temel alarak gelişen Metot Oyunculuğu, günümüzde de dram sanatının uygulandığı tüm alanlarda (tiyatro, sinema, televizyon) geçerli olan somut yaşam gerçeğini canlandırmayı hedefleyen gerçekçi tiyatro anlayışını ve gerçekçilik akımının çevresinde şekillenmiş gerçekçi oyunculuğun ilke ve standartlarını belirlemiştir.

 

metot4
Al Pacino

 

Metot oyunculuğunun bu ilkesi doğrultusunda, seyirciye tiyatroda olduğu unutturularak bir olayı gerçekten yaşıyormuşçasına bir etki uyandırılmalıdır.

Gerçekçi tiyatro, seyircide uyandırmayı amaçladığı estetik yaşantıyı yanılsama (illüzyon) olarak belirlemiştir.

Yaratılan gerçeğin inandırıcı olması, sahneden yansıtılan olayların gerçek yaşamdaki aslına benzerlik yanılsamasına bağlıdır. Bu bağlamda, oyunun yalnızca konusunun, karakterlerinin, dilinin değil, görüntüsünün de gerçeğe benzemesine; bu doğrultuda kostümlerin ve makyajın, dekorun, aksesuarı gerçeğe benzer olmasına, önem verilmiştir.

Metot Oyunculuğundan önceki dönemin oyunculuk biçimine, sahnede kalıplaşmış konuşma ve davranış tarzlarına karşı çıkılmıştır. Rolün abartılması, alkış toplamak için alışılmış oyunculuk hilelerinin tekrar tekrar yinelenmesi eleştirilmiştir.

Oyuncudan istenen, rolünü, seyircinin oyun karakteri ile özdeşleşip yerine kendini koyabileceği ve duygularını paylaşabileceği sahicilikte oynamasıdır.

Devam edecek…

Stanislavski Sistemi

stanislavski2
Konstantin Stanislavski

 

Stanislavski tarafından sistemleştirilmiş özdeşleyim’e dayalı oyunculuk yöntemi.

Rus oyuncu ve yönetmen Konstantin Stanislavski 1863’de Moskova’da doğdu. 1898’de  V. N. Dançenko ile birlikte Moskova Sanat Tiyatrosunu kurdu. 1905’te buna bir de deneme stüdyosu ekledi. Hayatı boyunca, tiyatroyu üstün bir sanat değerine ulaştırmaya ve yüceltmeye çalıştı.

Gerhart Hauptmann’ın natüralist anlayışından yola çıkan Stanislavski, Çehov’un etkisinde kalarak bireşimci gerçekçiliğe geçti. Dramatik bir ağırlığı olan, oyuncunun metinle ilişkilerinde iç ve dış teknikleri kapsayan bir sistem uygulamasını esas alır.

Konstantin Stanislavski “Oyunculuğun Grameri” olarak adlandırdığı çalışmalarında, oyuncunun yaratıcılığına dair içkin yasaları keşfederek oyunculuk sanatının ilk yöntemini oluşturmuş; yaşadığı dönemde, doğa kurallarını açıklamaya yönelik bilimsel yaklaşımların da etkisiyle ve onlardan yararlanarak, oyunculuğu analiz etmeye çalışmıştır.

 

stanislavski3
James Dean

 

Psikolojik gerçekçi oyunculuk sanatının baş kuramcısı olan Stanislavski, özdeşleşmeyi oyunculuğun temeline koymuş, oyuncudan her şeyden önce gerçeği istemiştir. Stanislavski’ye göre günlük yaşantımızda her gün karşılaştığımız olaylar karşısında belirli tepkiler veririz. Tüm bu yaptıklarımız elimizde olmayan bir çeşit refleks hareketleri olarak ortaya çıkar.

Günlük hayatta normal davranan insanlar, bir topluluğun karşısına çıkınca kasılırlar ve gereksiz hareketlere başvururlar. Stanislavski yapılacak olan şeyin bilinç altında oluşan duygu ve düşünceleri bilince taşıyarak sinir sistemini kontrol altına almak olduğunu söyler.

Psikolojik hayatımızın “iç hareket ettirici güçler” olarak tanımladığı üç asli güç kaynağı vardır; bunlar akıl, istem ve duygudur.

Ona göre denetimimiz altında bulunmayan tüm duygular bilinç altıdır. Bir aktör için önemli olan da bu duyguları denetim altına alabilmektir. Stanislavski, bir oyuncunun seyirciyi avcunun içine alabilmesi gerektiğini söyler. Bir orkestra şefinin parmaklarının ucunda binlerce enstrüman varsa oyuncunun elinde de onlarca seyirci vardır. Onları isterse ağlatır, isterse kahkaha attırabilir, isterse de ruhsal çöküntü yaşatabilir. Ama oyuncu elindeki bu gücü iyi kullanmalıdır.

Stanislavski’ye göre oyuncu belleğindeki gerçek duyguları kullanıyorsa, ya da yaptığı role çok inanarak oynuyorsa bir risk de alıyor demektir; kendini fazla kaptırmak…

 

stanislavski4
Steve Mc Queen

 

Unutmamalıdır ki bir sahnede ağlarken, başka bir sahnede kahkahalarla gülmesi gerekebilir. Bu durum çok kısa süren zaman dilimleri içinde de gerçekleşebilir. Bu sebeple hiçbir zaman kontrolünü yitirmemelidir.

Devam edecek…

Jennifer Lawrence ve Kariyerini Yıldızlığa Taşıyan Filmleri

Jennifer Lawrence  sitcom oyuncusu olarak başladığı kariyerini karizmatik kişiliğini ve üstün oyunculuk yeteneğini yaptığı akıllı rol seçimleri ile birleştirerek bugün milyarlarca dolar ( 2017 filmi “Mother” dahil yaklaşık 6 milyar Amerikan doları) gişe hasılatı yapan filmlerin star oyuncusu olma başarısına taşımış genç bir oyuncudur.

Bu başarıyı aldığı çeşitli ödüllerle – 2013 yılında “Silver Linings Playbook – Umut Işığım” filmindeki rolü ile En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar ödülünü aldı, bunun dışında 3 kez daha Oscar Adayı oldu- taçlandırarak popüler kişiliğinin yanısıra sanatçı kişiliğini de ispatlamıştır.

 

 

[metaslider id=1674]

Sinematografik açıdan 2014-2016 yıllarının en başarılı 10 Filmi

 

İnterstaller

Interstellar (2014, Yönetmen:Christopher Nolan, Görüntü Yönetmeni: Hoyte Van Hoytema)

 


Mommy (2014, Yönetmen:Xavier Dolan, Görüntü Yönetmeni: André Turpin)

 

Mad Max: Fury Road (2015, Yönetmen:George Miller, Görüntü Yönetmeni: John Seale)

 

Knight of Cups (2015, Yönetmen:Terrence Malick, Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki)

 

Carol (2015, Yönetmen: Todd Haynes, Görüntü Yönetmeni: Edward Lachman)

 

Sicario (2015, Yönetmen:Denis Villeneuve, Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins)

 

Arrival (2016, Yönetmen:Denis Villeneuve, Görüntü Yönetmeni:Bradford Young)

 

Revenant ( 2016, Yönetmen: Alejandro González Iñárritu, Görüntü Yönetmeni Emmanuel Lubezki )

La La Land (2016, Damien Chazellei, Linus Sandgren)

Moonlight (2016, Barry Jenkins, James Laxton)

 

Block Buster kelimesinin kökeni

 

Block Buster kelimesinin kökeni1
İkinci Dünya Savaşı

 

 

Block Buster kelimesinin kökeni:

Artık yaygın bir sinema terimi haline dönüşen ve Türkçeye “Gişe Kapatan” veya “Gişe Canavarı” şeklinde çevrildiğine sıklıkla rastladığımız İngilizce “Block Buster” kelimesi ilk kez 1942 yılında Bellingham Herald gezetesinde askeri bir terim olarak okuyucu karşısına çıkıyor. İkinci dünya savaşının devam ettiği o yıllarda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerince kullanılan tahrip gücü çok yüksek iki tonluk büyük bombalara verilen bir isim.

Block Buster tanımı Hollywood sineması tarafından hemen benimsenerek iyi gişe hasılatı yapan yaz filmleri için kullanılmaya başlamıştır.

 

Jaws Filmi Gösterimi
Jaws Filmi Gösterimi

 

Steven Spielberg’in $100,000,000 gişe hasılatı yapan ve bir klasik haline dönüşen 1975 yapımı Jaws filminden sonra etkin bir pazarlama ağı ile sunulan büyük bütçeli ve büyük gişe hasılatlı tüm filmleri tanımlamak için vaz geçilmez bir terim olmuştur.

Block Buster teriminin kullanımı 1980-1990 yıllarında karşımıza çıkan Video kaset döneminde de hız kesmeden devam etmiş ve Blockbuster ismi ile kurulan video şirketi Amerika’nın en büyük dağıtım ağı haline gelerek tüm evlere video kaset taşımıştır.

 

  • Block Buster Video
    Block Buster Video

 

Block Buster terimini, günümüzde beyaz perde gösteriminin yanısıra (VOD) Video On Demand – Talebe Bağlı Video sistemi ile Netflix, Amazon, Hulu gibi video yayım şirketleri de büyük bütçeli, bol starlı, yaygın bir pazarlama ağı ile tüm dünyaya sunulan filmler için  kullanmaya devam ediyorlar.

.

 

RSS
Follow by Email