Gus Van Sant Filmleri: 2005-2020

Gus Van Sant Filmleri: 2005-2020

Last Days (2005): 

Ünlü Seattle Rock grubu Nirvana’nın solisti Kurt Cobain’in ölümünden önce geçirdiği günlerden yola çıkarak oluşturulan kurgusal bir hikâye.

Paris, je t’aime (2006):

Aralarında Gus Van Sant’ın da bulunduğu 20 yönetmenin Paris’te aşk teması altında çektikleri 5 dakikalık filmlerin bir araya getirilmesinden oluşan bir film.

Paranoid Park (2007):

Filmin adı, Portland’daki scate board çılgınlarının (kaykaycılar) uğrak yeri Paranoid Park’tan (diğer adı Punk Park) geliyor. Genç kaykaycı Alex bir gece kaza sonucu bir güvenlik görevlisini öldürmesi ve bu konuyu kimseye açmamaya karar vermesi üzerine gelişen olaylar çerçevesinde ergenlerin karmaşık dünyası aktarılıyor. Blake Nelson’un bestseller romanından uyarlanan filmde oyuncular Gus Van Sant’ın bağımsız müzik sitesi myspace’te açtığı bir yarışmayla amatör gençler arasından seçilmiş.

Milk (2008):

Sıklıkla flaşback’leri kullanarak Harvey Milk’in kariyerinin 40. Doğum Günü ile ölümü arasında geçen zaman dilimini irdeleyen bir Gus Van Sant film’i.

Yönetmen Milk ile de, duyarlı olduğu bir diğer konuyu, gey hakları konusunda idol addedilen Harvey Milk’in (Sean Penn) yaşamını beyazperde’ye aktarıyor. 1977’de, Harvey Milk San Francisco Şehir Meclisi’ne seçilerek Amerika’da eşcinselliğini saklamadan bir devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk kişi olmuştur. Sean Penn’e ikinci Oscar’ını kazandıran film, aynı zamanda en özgün senaryo ödülüne de sahip.

Promised Land  Kayıp Umutlar (2012):

Steve Butler (Mat Damon) ve iş arkadaşı Sue Thomason (Frances McDormand) ülkenin önde gelen enerji şirketlerinden birinde çalışmaktadırlar. Taşradaki bir kasabaya, yer altındaki değerli doğalgaz kaynakları için giderler. Amaçları toprak sahiplerinden evlerini en ucuza kapatmaktır. Fakat karşılarına herkesin saygı duyduğu yaşlı bir öğretmen olan Frank Yates (Hal Holbrook) çıkar ve teklife sonuna kadar direnir. İnsanlar bir yandan ekonomik koşullar bir yandan da yıllardır yaşadıkları evleri para karşılığında satma fikri arasında ikilemde kalırlar. Daha önce yüzlerce insanı ikna etmekte sorun yaşamayan Steve için işler sarpa sarar. O da bu süreç içerisinde temsil ettiği şirketin iç yüzünü daha yakından tanıyacaktır.

The Sea of Trees Sonsuzluk Ormanı (2015): 

Arthur Brennan (Matthew McConaughey), eşinin (Naomi Watts) kanseri yenip ambulansa kazasında ölmesinin ardından yaşadığı trajedi sonrası, Japonya’daki Fuji dağının derinliklerindeki gizemli bir ormana doğru yola çıkar. Girenin bir daha kolay kolay çıkamadığı, bir noktadan sonra geri dönüş işaretlerinin kaybolduğu bu orman intihar etmek isteyen insanların yeridir. Yaşamına dair derin bri hesaplaşmanın içinde olan Arthur ormana girdikten kısa bir süre sonra burada yalnız olmadığını fark eder. Ormanda Takumi Nakamura (Ken Watanabe) isimli yolunu kaybetmiş bir adamla karşılaşır ve iki adam bu uçsuz bucaksız ormanda hayatta kalmanın özünü kavrayıp ölümden vazgeçerek yaşama sarılacaklardır.

Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot Merak Etme Fazla Uzaklaşamaz (2018):

John Callahan’in (Joaquin Phoenix) geçirdiği araba kazasında ölümden döndükten sonra yapmak istediği son şey alkolü bırakmaktır. Fakat kız arkadaşı (Rooney Mara) ve karizmatik sponsorunun (Jonah Hill) teşvikiyle gönülsüzce tedaviye başlar ve bu sırada karikatür çizmeye olan yeteneğini keşfeder. Karikatürler, Callahan’ın hayatına yeni bir soluk getirir.

Gerçek bir yaşam öyküsü olan ve yer yer komik öğeler de taşıyan bu Gus Van Sant film’i Callahan’ın oto biyografisinden filme adapte edilerek sanatın iyileştirici gücünü  vurguluyor.

The Prince of Fashion (pre-production, ön-yapım aşamasında):  Michael Chabon’un bir yazısından yola çıkan ve bir babanın oğlunu Paris Moda Haftasına getirmesi ile başlayan hikâyede Will Ferrell başrolde. 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gus Van Sant filmleri: 1985-2003

Gus Van Sant filmleri

Mala Noche (1985): Van Sant, 20.000 dolarlık bir bütçeyle çektiği bu ilk filminde Walt Curtis’in otobiyografik romanından yola çıkarak Meksikalı kaçak bir göçmene aşık olduğu için eşcinsel olan bir adamın hikayesini anlatıyor.

Drugstore Cowboy (1989): Gus Van Sant filmleri arasında ayrı bir yeri olan Drugstore Cowboy’da ise daha büyük bir bütçeyle çalışma olanağı bulur. Bu film yönetmenin hayallerindeki fikirleri gerçekleştirmek için eline geçen büyük bir fırsattır. 1970’lerde bir grup uyuşturucu bağımlısı para kazanmak amacıyla eczaneleri soyarlar. William Burroughs’un da küçük bir rol aldığı Drugstore Cowboy’da o dönem gençlerinin bir numaralı yıldızı olan Matt Dillon’ın canlandırdığı olayların baş kahramanının kendisini bu hayattan kurtarma uğraşı konu alınır.

Gus Van Sant, Drugstore Cowboy’un ardından bir süre müzik videoları ile ilgilenir. O zamanlar yeni ünlü olan David Bowie için klipler ve William Burroughs’un Amerikan politikasını yeren bir şiir okuduğu Thanksgiving Prayer adlı videoyu yapar.

“William Burroughs cut-up adlı bir teknik kullanıyordu. Bu tekniğin amacı, hikayeyi yazdıktan sonra cümleleri kesip kağıt üzerinde yerlerini değiştirerek metne yeni bir anlam kazandırmaktı. O zamana kadar edebiyatın resim gibi ilerleyemediğini düşünen Burroughs, bu tekniği geliştirerek edebiyatı deneysel bir biçimde yeniden yorumladı. Bu teknik benim de ilgimi çekmişti. Çünkü, sinemada da kesme ve yeniden organize etme metodları kullanılır.”

My Own Private Idaho/ Benim Güzel Idaho’m (1991): Keanu Reeves ve River Phoenix’in başrollerde oynadığı bu filmde, sokaklarda yaşayıp kendilerini erkeklere ve kadınlara satan iki erkek fahişenin sıkı bir dostluktan sonra yollarının ayrılmasının hikayesi anlatılıyor.

Even Cowgirls Get the Blues (1993): Tom Robbins’in aynı adlı romanından uyarlanan bu film, California’ya modellik yapmak için gelen bir kızın, oradaki güzellik çiftliğinde yaşayan kadın kovboylarla arkadaş olmasını konu alıyor.

To Die For (1995): Gus Van Sant filmleri arasında en dramatik konusu olan bu filmde; ünlü bir televizyon sunucusu olmak uğruna herşeyi yapmayı göze alan güzel bir kasaba kızı (Nicole Kidman), genç ve zengin kocasını (Matt Dillon) acımasız bir hileyle öldürtür.

Good Will Hunting/Can Dostum (1997): Good Will Hunting’in senaryosunu Casey Affleck Gus Van Sant’a verir. Senaryoyu çok beğenen yönetmen bu filmi yapmak istediğini belirtir. Fakat yapımcı firma Miramax daha ticari bir yönetmen istemektedir. Sonraları projeyle başka kimse ilgilenmeyince iş Van Sant’a kalır…

Sonuç olarak film Gus Van Sant filmleri arasından en büyük hasılatı yapar ve Oscar dahil bir çok ödüle aday gösterilir.

Matt Damon ve Ben Affleck’in ‘En İyi Senaryo’, Robin Williams’ın da ‘En İyi Yardımcı Oyuncu’ Oscar’ı aldığı bu filmde, bir matematik dehası olan Will Hunting (Matt Damon) hayatını değiştirmek üzere psikolog Sean Maguire’dan (Robin Williams) yardım alır.

Psycho (1998): Alfred Hitchcock’un Psycho’sunun (1960) yeniden yapımı olan bu film yüzünden Gus Van Sant eleştirmenlerden büyük bir darbe alır ve Gus Van Sant filmleri arasında en fazla eleştiriyi toplayan film olur. Film ‘En Kötü Yeniden Yapım’ ve ‘En Kötü Yönetmen’ dalllarında Razzie ödüllerine layık görülür.

Bu filmle ilgili olarak yönetmenin düşünceleri ise şöyle;

“ Good Will Hunting’in başarısının ardından biraz yoldan çıkmaya karar verdim. Böylece Psycho’nun yeniden yapımı için teklif verdim. Bu filmi yaparken bütün arkadaşlarım eleştirmenler seni öldürecek diyorlardı. Tabi eleştirmenlerden korkmak bir film yapmamak için iyi bir neden değil diye düşündüm ama filmden sonra eleştirmenler beni epeyce hırpaladılar. O kadar hırpaladılar ki hala acıyor. Sonra Finding Forester projesi gündeme geldi. Bu proje de bitince gerçekten kendi istediğim filmleri yapmaya karar verdim. Hollywood oyunundan artık vazgeçmenin zamanı gelmişti. Bir anlamda kendi kariyerim açısından tekrar bir geriye dönüş yaşamış oldum.”

Finding Forrester (2000): İyi bir liseye transfer olan siyah bir basketbol oyuncusu ile münzevi yazar William Forrester’ın (Sean Connery) zamanla gelişen ve ikisinin de kendi sorunlarını aşmalarına yardımcı olan dostluklarının hikayesi.

Gerry (2002): Matt Damon ve Ben Affleck’in tekrar beraber oynadıkları bu film deneysel anlatımıyla dikkat çekti. Film, adları Gerry olan iki gencin uçsuz bucaksız bir çölde ilerlerken aralarında geçen anlamsız konuşmaları ve çölde kayboluşlarını içeriyor.

Elephant/Fil (2003): Elephant’ın çekiminden önce Colaroda’da Columbine Lisesi katliamı gerçekleşmiştir. Gazetelerde sürekli bu facianın nasıl gerçekleştiği ile ilgili haberler, köşe yazıları, fotoğraflar yayınlanır.

Tüm Amerikan toplumu gibi Gus Van Sant’ta basın ve medyanın konuyla ilgili haber bombardımanı altında kalır. Yönetmen bu projeyi önce televizyon için düşünür ama daha sonra film olur.

Filme neden ‘Elephant’ ismini verdiği sorusunu ise şöyle yanıtlar;

“Başka bir isim bulamadığımız için aslında. Columbine ismini kullanmamız mümkün değildi. Bir de ‘oturma odasındaki fil’i çağrıştırıyor. Yani burnumuzun dibinde çok büyük bir problem var, ama biz bunu yok sayıyoruz.”

Böylece Columbine Lisesi katliamını tekrar yorumlamak üzere yola çıkan Gus Van Sant, aileleri tarafından ilgilenilmeyen lise öğrencilerinin okulda geçirdikleri bir günü betimliyor. Günün sonunda bir katliamla biten filmde yönetmen, oyuncu olmayan aktörlerle çalışmış ve bir çok sahne doğaçlama olarak çekilmiştir.

Gus Van Sant Filmleri 2005-2020 ile devam edecek…

 

Gus Van Sant – Marjinal Yaşamların Anlatıcısı

Gus Van Sant

Gus Van Sant 24 Temmuz 1952 de Louisville, Kentucky, USA’ da Gus Greene Van Sant Junior olarak dünyaya geldi. Babası bir iş adamıydı.

Film yönetmeni, senaryo yazarı, ressam, fotoğrafçı, müzisyen ve yazar olarak çok yönlü kişiliğe sahip bir sanatçı.

Gus Van Sant hem bağımsız hem de ana akım sinema için çoğunlukla toplumun marjinal tarafa ittiği bireyleri – eşcinseller, şöhret hastaları, aylaklar ve uyuşturucu bağımlıları – konu alan filmler üretir.

Sanata olan ilgisi ilk defa ortaokul yıllarında gelişti. O zamanlar, marjinal biri olan resim öğretmeninden etkilenerek resim yapmaya başladı. Yönetmen o yıllarını şöyle anlatır.

“12 yaşımdayken diğer derslerden kaçmak için resim öğretmenimin atölyesine gidiyordum. Bugün reklamcılıkta kullanılan tarzda stilistik ve figüratif resimler yapıyordu. Eşcinselliğini de açıklamış biriydi. 1960’ların ilk yıllarında bu bana çok ilginç geldi. İlk defa eşcinsel olduğunu açık açık belirten biriyle tanışmıştım.”

İngilizce öğretmeninin sınıfta gösterdiği kısa filmler ve animasyonlar sadece resimle ilgilenen genç Gus üzerinde çok etkili oldu.

“Bu filmleri izledikten sonra, filmin aslında hareketli bir tablo gibi olduğunu fark ettim. Hikaye, bir resim gibi işlenerek filme aktarılıyordu. Ben de evdeki küçük kameramla bir animasyon film çektim. Çok kısa bir filmdi ama benim sinemaya geçiş sürecimde bir ilkti.”

Gus Van Sant 14 yaşına geldiğinde “Yurttaş Kane” i izledi ve sinema hakkındaki düşünceleri tamamen değişti. “Yurttaş Kane” sayesinde sinemanın popüler kullanımının ötesinde bir sanat olabileceğini fark etti.

1968 yılında Amerika’da gerçekleşen ve bir nevi kültür devrimi sayılabilecek dönemde New York’ da birçok deneysel yönetmenin filmleri gösteriliyordu. Yönetmene göre bu filmler, resim ve sinemanın bütünleştiği örneklerdi. Bu dönemde, filmin mutlaka öyküsel bir tarzla yapılması gerektiği düşüncesinden bağımsız olarak tıpkı dışa vurumcu resimler gibi filmler yapılıyordu.

Van Sant, daha sonra hem resim hem de film okumak üzere Rhode Island Tasarım Okulu’na yazıldı. Fakat ilgisi sürekli resimden filme doğru kayıyordu. Bu okulda ilk defa gerçek film yapımıyla tanışan Van Sant, film yapımının bütün elemanları ile- profesyonel kameralar, sesçi, oyuncular ve senaryoyla- çalışmaya başladı.

Fakat bir türlü yönetmen olabileceğini düşünmüyordu çünkü; fazla sessiz ve çekingendi.

Bir film yönetmeni sözünü geçiren bir kumandan gibi olması gerektiğine inanmıştı. Fakat zamanla bu düşüncesi değişti. Yönetmenlerin tek bir tarzda olması gerekmiyordu…

Van Sant, okul yıllarında dramatik durumları deneysel bir şekilde yansıtan filmler çekmekteydi. Bu filmlerde uyguladığı tekniklerin 2003’te çektiği “Elephant” filminde kullandığını söyledi.

“Bunlar aslında hikâye içindeki drama unsurlarının bir biçim olarak ele alınmasının örnekleriydi. Doğrusal olarak akan bir hikâye yerine filmleri kendisi için ve kendisini temsil edecek şekilde yapıyordum.”

Üniversiteden mezun olduktan sonra reklamcılık yapmaya başladı. Gus Van Sant, işten arta kalan vakitlerinde her yıl bir tane olmak üzere seri halinde tasarladığı ve kendi hayatını konu alan 3 dakikalık çok düşük bütçeli kısa filmler çekti. İlerde bunları bir araya getirmeyi planlıyordu.

Gus Van Sant, 33 yaşında 20.000 dolarlık bir bütçeyle ilk uzun metrajlı filmi “Mala Noche”yi çekti.

Bu film, Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği tarafından verilen ‘Bağımsız/Deneysel Film Ödülü” nü aldı ve Berlin Film Festivali’nde gösterildi. Bağımsız film yapımcıları için festivallerin bir sığınak gibi olduğunu söyleyen yönetmen, filmlerinin festivallerde yer almasından dolayı her zaman büyük bir mutluluk duyduğunu vurguluyor.

Gus Van Sant Filmleri ile Devam edecek…

Kaynakça: İmdb, wikipedia, indiwire, filmmakermagazine, Uluslararası İstanbul Film Festivali Gus Van Sant Söyleşisi.

 

 

 

“Indie – Bağımsız” Film Sanatçılarından Bazı Öneriler

Indie  (Bağımsız) film sanatçılarından öneriler.

Indie yani Bağımsız Filmlerin önemi son dönem sinemasında her geçen gün daha fazla artıyor.

Çoğu kez küçük bütçelerle çekilen ve popüler olmaktan uzak insancıl ve ilginç konuları işleyen bu filmler hem gişe hasılatı topluyor, hem de Festivallerin gözdesi. Özellikle Netflix gibi kanalların ortaya çıkıp gelişmesi bu filmlere hem dağıtım hem de yapımcı açısından büyük olanaklar sunmakta.

Aşağıda son dönemin başarılı  Indie film sanatçılarının Genç Sinemacılara sunduğu bazı önerileri bulabilirsiniz.

Manifesto

Yönetmen/Yazar: Julien Rosefeldt

Kast: Cate Blanchett, Erika Bauer, Rubby Buste.

Cate Blanchett’i 13 farklı karakterde izliyoruz. Filmde her karakter farklı manifestolardan alıntıları canlandırıyor.

5 ödüllü bu İndie – Bağımsız film 2014 Aralığında Berlin ve çevresinde 12 günde çekilmiş.

Yönetmen Julien Rosefeldt diyor ki;

Herşeyi merak eden bir kişiliğiniz olsun ve gerçekten istediğiniz işleri yapın. Pazar, dağıtım veya izleyici bulmak önemli değildir; önemli olan ne istediğini bilip bir fark yaratabilmektir. Sizi özel kılacak kendi el yazınızı yaratın ve korumak için savaşın. Bu çok zor bir uğraştır. Pazarın tuzaklarına düşmek, başkalarını taklit ederek kolaya kaçmak çekicidir. Genel şablonlara uymayan fikirleri hayata geçirmek asap bozucu ve yıpratıcı olabilir ama fark yaratabilmek ancak böyle mümkündür.

“I Daniel Blake – Ben Daniel Blake”

Daniel Blake (Dave Johns) 59 yaşında dul bir marangozdur. Geçirdiği kalp krizinden sonra işine devam edemez ve sosyal yardımlarla yaşamaya mecbur kalır.  İşçi filmlerinin ünlü İngiliz yönetmeni Ken Loach’un yönettiği bu sosyal içerikli film Daniel Blake’in bu yolda devletle yaşadığı mücadeleye odaklanır.

Yönetmen: Ken Loach

Kast: Dave Johns, Hayley Squris, Briana Shann.

Ödüller: Altın Palmiye, BAFTA, Yunan Film Akademisi Ödülü, Cesar Ödülü, Ingiliz Bağımsız Filmler Ödülü.

Filmin çekim bütçesi: $ 260 000.-

Senaryo yazarı Paul Laverty diyor ki:

Ben tarihi hikayeler yazarım. Eğer tarih söz  konusuysa o zamanı anlamak ve bilmek zorundasınızdır. Fotoğraflara bakın,  müziğini dinleyin,  şiirlerini okuyun. Eğer o dönemi bilen insanlar varsa onlarla konuşun. Masalları, söylentileri dinleyin, mekanları ziyaret edin.

Bu bir anlamda gazetecilik gibidir, gerçekten neler olup bittiğini anlamanız gerekir. Kafanızdaki hikaye boyunca kayıp parçaları birleştirirsiniz. Yorucu bır iştir ama hikaye çizgisi oluşunca karakterleriniz birer birer gözlerinizin önünde canlanmaya başlar.

Okja.

Yapımcı: Bu Indie filmin yapımcısı  Netflix

Yönetmen: Bong Joon Ho, 

Güney Kore’nin kırsal kesimlerinde yaşayan Mija isimli bir kız on senedir Okja isimli iri bir hayvanın hem bakıcısı hem de en iyi dostudur. Filme ismini veren Okja kısmen domuz, kısmen hipopotom,  kısmen de fil özellikleri taşıyan çok iri fantastik bir yaratıktır. Büyük bir aile şirketi olan Mirando Firması Okja’yı Mija’nın elinden alarak New York’a götürmeye karar verir ve Mija’nın Okja’yı onların elinden kurtarma mücadelesi başlar.

Kast: Ahn Seo-Hyun, Paul Dano, Lily Collins, Tilda Swinton, Byun Hee-Bong, Steven Yeun, Jake Gyllenhaal, Giancarlo Esposito, Shirley Henderson.

Görüntü Yönetmeni Darius Khondji diyor ki:

Yönetmenle konuştuğum zaman sahnenin havasını anlamaya çalışırım. Çoğu kez söyledikleri kadar bu söylenenlerin arasında gizli söylenmeyenler de önemlidir. Kamera çalışması ve aydınlatma açısından anahtar rolü oynayacak bu ipuçlarını yakalamak için dikkat kesilmek gerekir; özellikle yönetmen ne yapmak istediğinden emin değilse. Tabii ki Bong [Joon Ho] ile durum farklıydı. Bong son derece hazırlıklı gelmişti. Oysa bazı yönetmenler bu şekilde çalışmayı sevmezler ve her şeyi sette tasarlamak isterler. Onlara karşı açık ve samimi olmak gerekir. Kendi fikirlerimi sunmadan önce onları sabırla dinlemeyi, bir sahne hakkındaki düşüncelerini anlamayı ve ondan sonra aydınlatma ve çekim tarzını belirlemeyi tercih ederim.

“Last Men in Aleppo – Halep’teki Son Adamlar”

Bir grup yardım gönüllüsünün bakış açısından anlatılan Suriye iç savaşı belgeseli.

Yönetmen: Firas Fayyad:

Kast: Batul, Khaled Umar Harah, Mahmoud Alloush , Abu Umar, Abu Walid, Abu Sabih, Abu Husain, Mahmoud, Abu Yusuf, Isra Ahmad.

Öduller: Robert Ödülü En İyi Belgesel, Peabody Ödülü – Belgesel, Bodil Ödülü En İyi Belgesel,  Ondas Ödülü – Uluslararası Tv, Haber, Belgesel, Emmy Ödülü Belgesel

Yönetmen Firas Fayyad diyor ki:

Konuyu anlatan veya oluşturan kişilerle sizin ve ekibiniz arasında güven oluşturmak çok önemlidir. Karakterlerimiz ile sürekli konuştuk ve onlara hikayelerini tüm dünya ile paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu anlattık.

Filmi izleyecek kişilere de güvenmelerini istedik. Ortak amacın savaşı durdurmak olduğunu söyledik. Bir çok kez karakterlerimiz o kadar yorgun ve bezgindi ki tüm bu söylediklerimize kulak asmadılar ve çekimi durdurmamızı istediler. Halep ve Suriye’de savaş çok uzun süreli ve yıpratıcıydı, insanların dayanma gücünü aşıyordu. Bu şekilde çekimini yaptığımız bir karakteri yarı yolda kaybetme riskiyle sıklıkla karşılaştık. Bu yüzden onları yapılanlara inandırmak çok önemlidir. Özellikle bu tarz yapımlarda güven oluşturmak her şeyin başında gelen bir gereksinimdir. 

“The Beguild – Kadın Affetmez”

Çavuş John Mc Burney Amerikan iç savaşında birlik ordusuna bağlı yaralı bir asker kaçağıdır.

Bu zorlu kaçış esnasında Güney topraklarında yoluna çıkan yatılı bır kız okuluna sığınır. Okulun öğretmenleri ve öğrencileri başlarda yardıma çok isteklidirler. Fakat bir süre sonra birbirlerini kıskanmaya başlarlar ve aralarında yıkıcı bir kadınsal rekabet başlar.

Filmin yönetmeni kariyerinin ilk yıllarından itibaren kadın konularına egilmesiyle tanınan Sofia Coppola.

Kast: Nicole Kidman, Colin Farrell, Kristen Dunst,  Elle Fanning. 

Sanat Yönetmeni Jennifer Dehghan diyor ki:

Senaryoyu önce parçalara ayırırım. Düşüncelerimi bu parçalara yoğunlaştırarak tasarımın çerçevesini çizerim. Bu çerçeve çizildikten sonra detayları saptamak kolay olur. ‘The Beguiled’ da çalışırken o bölge ve tarihsel period ile ilgili çok lokal çalışma yaptık. Böylece kamera kahramanlarımızı dikiş dikerken,  temizlik yaparken veya müzikal bır enstrüman çalarken göstermek üzere eve zoom yaptığında herşey olması gerektiği gibiydi. Masanın üzerindeki kitaplar, giydikleri elbiseler o döneme aitti.  Yine o dönemin demir ve tahta işçiliğinin örneklerini görmek için yönetmenle birlikte müzeleri dolaştık. Bahçeye Virginia’da o dönemde ekilen sebzeleri diktik.

“Berlin Syndrome – Berlin Sendromu”. 

Bazı ruhsal bozuklukları bulunan bır öğretmen,  genç bır kadın fotoğrafçıyı Berlin’deki apartman dairesinde yaşadıkları aşk gecesinin ardından tutsak alır.

Ýonetmen: Cate Shortland.

Kast: Teresa Palmer, Max Riemelt, Matthias Habich, Emma Bading,Elmira Bahrami 

Müzik:  Gökyüzü, Besteci Özlem Yılmaz

Yapımcı Polly Staniford diyor ki:

İnsanlar gerilim filmlerine korkmak için giderler. Biz de onlara istediklerini sunmak zorundayız. “Berlin Sendromu” projemize başlamadan önce klasik korku filmleri şablonundan uzaklaşarak istenileni vermeye karar verdik. Sırf bir takip veya şiddet sahnesi olsun diye düzenleme yapmadık. Bır sahneyi doğru sebepten yani  hikaye anlatımında yeri olduğu için kullandık. Tasarladığımız her gerilim sahnesi aramızdaki uzun tartışmaların sonunda yerini buldu. 

[metaslider id=”4370″]

Kaynak: Film Maker IQ.

 

“Cold War – Soğuk Savaş”

Cold War – Soğuk Savaş
Zimna wojna

“Cold War – Soğuk Savaş”, En İyi yabancı Film, En İyi
Yönetmen ve En İyi Görüntü olmak üzere üç dalda 2019
Oscar’ına aday bir film.. Filmin konusu kısaca şöyle;
“Cold War-Soğuk Savaş’ta, Zula ve Wiktor savaştan harabe halinde çıkan Polonya’da karşılaşırlar. Farklı geçmişlere ve karakterlere sahip olan kahramanlarımız birbiriyle asla anlaşamayacak tiplerdir, ama kader yollarını ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır zira birbirlerine çılgınca aşık olmuşlardır. 50’li yılların Polonya,Berlin, Yugoslavya ve Paris’inin soğuk savaş atmosferini kendine fon edinen Soğuk Savaş; politik görüş, kişilik özellikleri ve kaderin cilveleriyle savrulan bir çiftin, imkânsız zamanlarda geçen imkânsız aşk hikâyesi.

Yapım Yılı: 2018

Tür: Drama, Romans, Müzik

Süre: 88 dak

Renk: Siyah-beyaz

Görünüm Oranı: 1.37:1

Kullanılan Kamera: Arri Alexa XT, Cooke S5 and Zeiss Ultra Prime Lenses 

Ülke: Polonya, İngiltere, Fransa

Yönetim: Pawel Pawlikowski

Senaryo: Pawel Pawlikowski, Janusz Glowacki, Piotr Borkowski.

Görüntü Yönetimi: Lukasz Zal

Kurgu: Jaroslaw Kaminski

Sanat Yönetimi: Katarzyna Sobanska-Strzalkowska

Oyuncular: Joanna Kulig, Tomasz Kot, Borys Szyc, Agata Kulesza, Cédric Kahn, Jeanne Balibar, Adam Woronowicz, Adam Ferency, Drazen Sivak, Slavko Sobin, Aloïse Sauvage, Adam Szyszkowski, Anna Zagórska, Tomasz Markiewicz, Izabela Andrzejak, Kamila Borowska, Katarzyna Ciemniejewska, Joanna Depczynska.

Filmin yönetmeni Pawel Pawlikowski, 15 Eylül 1957 de Polonya, Varşova’da doğdu. Senarist, yönetmen ve de oyuncu. 


Gerçek İsmi: Pawel Pawlikowski

Diğer Bir İsmi: Paul Pawlikowski

Burcu: Başak

Oxford Üniversitesinden Edebiyat ve Psikoloji alanlarından mezun olduktan sonra akademik yaşamdan ayrılmayarak Alman Edebiyatı ve Çağdaş İngiliz Filmleri alanlarında doktora yapmış. Ardından BBC de belgesel yönetmeni olarak çalışmış.

2000 yılında çektiği “Last Resort” filmi Toronto ve Sundance film festivallerinde gösterilerek ona uluslararası alanda şöhreti getirdi. Bu filmle ‘Umut Vaat Eden Yeni Yönetmenler’ dalında BAFTA ödülünü kazandı.

Oxford Üniversitesinde çalışırken profesörlerinden birinin karısı olan Halina Wolinska-Brus ile tanıştı ve onu hoş ve esprili yaşlı bir kadın olarak görüp dostluğunu ilerletti. Fakat sonra bu tatlı kadının Stalin döneminin en ünlü infazcılarından bir olup yüzlerce masum insanı idama gönderdiğini keşfetti. Bu karakteri “Ida” filminde ‘Bloody Wanda – Kanlı Wanda’ olarak kullandı.

2006 yılında “The Restraint of Beasts” filminin çekimleri esnasında bir Rus göçmeni olan karısına kanser teşhisi kondu. Pawlikowski filmin çekimlerine ara vererek karısının yanına koştu ve ölene kadar başucundan ayrılmadı. Annelerini kaybeden çocukları okuldan mezun oluncaya kadar beş sene yönetmenliğe ara verdi.

“Cold War” ın yanısıra diğer filmleri arasında; Ida (2013), Gizemli Kadın (2011), Ask yazim (2004) gibi yapımları sayabiliriz. .

Yeni projesi ise ön prodüksiyon aşamasında olan “Limonov

“Cold War” Filminin görüntü yönetmeni Lukasz Zal ise 24 Haziran 1981 de Polanya Koszalin’de dünyaya gelmiş.

Pawel Pawlikowski’nin yönettiği “Ida” filmi ile Oscar ve BAFTA ödüllerine aday olmuş. Yine görüntü yönetmenliğini üstlendiği “The There After” (Yön. Magnus von Horn) prömiyerini 2015 Cannes Film festivalinde yapmış.

“Dovlatov” (Yön. Aleksiej German Jr.) filmi ise 2018 yılında Berlin Film Festivalinde Altın Ayı, ödülüne adayı olmuş.

Lukasz, Aneta Kopac’ın yönettiği ve Polonya’nın Oscar adayı belgeseli “Joanna” nın da görüntü yönetmeni. Yine Oscar adayı olan animasyon uzun metraj “Loving Vincent”  filmi’nin de Dorota Kobiela ve Hugh Welchman ile birlikte üçüncü görüntü yönetmeni.

[metaslider id=”4081″]

Alfonso Cuarón ve Filmleri

Alfonso Cuarón

Alfonso Cuarón Orozco 28 Kasım 1961 de Mexico City, Meksika’da dünyaya geldi. Çocukluk yaşlarından itibaren ya film yönetmeni ya da astronot olmak istiyordu.  Fakat orduya katılmak istemediği için astronot olma hayaline veda etti, film yönetmeni olma arzusuna sıkı sıkı sarıldı.

Evine çok yakın bir mevkide iki sinema stüdyosu vardı; “Studios Churubusco” ve “Studios 212”. Bu stüdyoları neredeyse her gün ziyaret ediyordu. Temel eğitimini tamamlayınca hemen bir sinema okuluna başvurdu; C.C.C. (Centro de Capacitación Cinematográfica).

Fakat reddedildi, çünkü okul 24 yaşın altında öğrenci kabul etmiyordu. Ardından sinemaya hiç sıcak bakmayan annesinin ısrarıyla felsefe okumaya başladı.

Ama Alfonso Cuarón’un sinema arzusu sönmemişti

C.U.E.C. (Centro Universitario de Estudios Cinematográficos) sinema okuluna da kaydoldu. Sabahları felsefe, akşamları sinema okuyordu. Aldığı felsefe eğitiminin sinema kariyerine büyük katkısı olduğu psikolojik gerilim atmosferi yüksek katmanlar taşıyan filmlerinden kolaylıkla anlaşılır.

Alfonso Cuarón’un birbiri ardı sıra çevirdiği filmler onun ülkesinde tanınmasını sağladı ama uluslararası şöhrete 2004 yılında yönettiği “Harry Potter and Prisoner of Azkaban-Harry Potter ve Azkaban Tutsakları” filmi ile ulaştı.

130 milyon dolar bütçe ile çekilen film dünya çapında 800 milyon dolar gişe yaptı.

2018 yılında yazdığı, yönettiği, görüntü yönetmenliğini yaptığı ve de ortak kurgucu olarak katkıda bulunduğu çocukluk anılarının hikayesini anlatan “Roma” filmi çok ses getirdi. 2019 “Golden Globe-Altın Küre” ödüllerinde “Yabancı Dilde En İyi Film” seçilirken yönetmene de “Sinema Dalında En İyi Yönetmen” ödülünü kazandırdı.

Alfonso Cuarón’u önümüzdeki dönemde “A Boy and His Shoe” isimli projede senaryo yazarı olarak göreceğiz. Film, ailesi ile birlikte İskoçya’ya taşınan bir Fransız kızın sorunlu iki İskoç oğlan ile olan ilişkisini anlatıyor.

[metaslider id=”4029″]

Bernardo Bertolucci ve “Conformist”

 

Bernardo Betolucci g
Bernardo Betolucci Emmy Ödülünü Alırken

 

Bernardo Bertolucci, 16 Mart 1941 de şair Attilio Bertolucci ve öğretmen Ninetta Giovanardi’nin çocukları olarak Parma İtalya’da dünyaya geldi, Babası İtalyan, Avusturyada dünyaya gelen annesi ise İtalyan ve İrlanda kökenliydi.

Yönetmen, Senarist, Şair Pier-Paolo Pasolini babasının yakın arkadaşıydı. Bu şansı kullanan genç Bernardo, Passolini’nin asistanı olarak kolayca sinemaya adım attı.

Böylece Roma Üniversitesindeki eğitimini yarıda bırakarak Pasolini’nin yönettiği “Dilenci” filminin yardımcı yönetmenliğini üstlendi.

60’lı yıllarda olağanüstü bir çıkış yakalayan yeni dalga İtalyan sinemasının ustalarıyla hep birlikte oldu.

Onlardan etkilendi, çok şey öğrendi ama sonunda hepsini harmanlayarak kendi kimliğini oluşturdu.

Komünist kimliğini (ki bunu 1964 yapımı “Devrimden Önce” filminde de görüyoruz) hiçbir zaman inkar etmeyen Bernardo Bertolucci sürekli politikanın içinde olurken haz ve güzellikten vazgeçmedi.

Bernardo Bertolucci Dostoyevski ve Borges’den esinlenerek toplumsal ve siyasal yorumların yanısıra ruhbilimsel ve cinsel temaları da ihmal etmedi.

Bernardo Bertolucci filmlerinde yaşadıkları dünyadaki  olumsuzluk ve haksızlıklardan sürekli şikayet edip de hiç bir şey yapmayan insanları eleştirdi ama onları cezalandırma yoluna gitmedi.

1970 yılında çektiği Alberto Moravia’nın romanından uyarlama, belki de en güzel ve anlamlı filmi olan The Conformist bu tarz tüm Bertolucci temalarını bir araya getirir.

Öykü İtalyan Faşizmi altındaki dönemde savaştan hemen önce geçer. Genç ve hırslı Marcello Clerici (Jean-Louis Trintignant) yönetimin polis örgütü adına çalışmaktadır.

Görevi Mussolini yönetimine karşı çıkan üniversiteden profesörü Quadri’ye yaklaşmak ve onun suikastine yardımcı olmaktır. Marcello görevini başarır yaşlı adamın güvenini kazanır, yakın çevresine girer.

Ama profesörün güzel karısına aşık olur. Olayların akışını engellemek imkansızdır ve Marcello profesörün ve karısının ölümüne şahitlik eder.

O iyi bir eğitim almış, kültürlü, dışa dönük, sosyal bir genç adamdır, baskı dönemlerinde sistemle birleşerek güçlü olmak ve olanı biteni kabul ederek rahatı için ‘konformist olmanın dışında onu Faşizm’in bir neferi yapan sebep nedir?

Bertolucci yermez, arayıp bulup izleyicinin gözleri önüne sermek ister.

Bu arayış içinde film geçmişe 13 yaşındaki Maecello’ya döner. Marcello iyi ve mutlu bir aileden gelmektedir ama şoförleri ona tecavüz etmiş ve cinsel ilişkiye zorlamıştır.  Marcello da onu kendi silahı ile öldürmüştür.

Bu yüzden eşcinsellerden ölesiye nefret eder; Faşizm de “imanlı ve ahlaklı” bir nesil yetiştirmek adına tüm eşcinsellere savaş açmıştır. Film ilerledikçe Marcello derin bir vicdan azabına sürüklenir.

Bu acı onu kadın ve içkiye iter. Bir Roma gecesinde bir fahişeye rastlar ama bu bir erkek fahişedir. Finalde Marcello tüm iç gerçekleri ile yüzleşir belki o da gizli bir eşcinseldir?

Her Berolucci filminde olduğu gibi “Conformist” de güzelliklerden uzaklaşmaz. Filmin geçtiği mekanların dekorasyonu muhteşemdir; oralarda alınan ölümcül kararlarla alakasızcasına.

Vahşi öldürme sahnesi bile güneş ışınlarının yapraklar arasında süzülerek seyredenlere mutluluk aşıladığı dingin bir ormanda geçer

Bernardo Bertolucci’nin en fazla sansasyon yaratan filmi 1972 yılında çektiği ve Marlon Brando ve genç yıldız Maria Schneider’in baş rolleri paylaştığı “Last Tango in Paris-Pariste Son Tango” filmidir.

Bertolucci filmin ünlü tecavüz sahnesini Maria Schneider’in haberi olmadan çektiğini itiraf etmiştir.

Bertolucci, bu sahneyi habersiz çekme fikrini Schneider’den iyi oyun alabilmek için Marlon Brando ile birlikte bulduklarını söylemiştir.

2011’de hayatını kaybeden Fransız oyuncu Schneider ise, bu sahneyle ilgili olarak Daily Mail’e  verdiği söyleşide “Kendimi aşağılanmış ve incinmiş hissettim. Bertolucci ve Brando bana resmen tecavüz etiler, bir özür bile dilemediler” demiştir.

Bernardo Bertolucci gg
Bernardo Bertolucci ve Robert DeNiro

 

1976’da çektiği 300 dakikalık “1900” filminde Robert De Niro, Gérard Depardieu ve Burt Lancaster gibi ünlü isimlerle çalıştı.

Bernardo Bertolucci’ye Çin’in başkenti Pekin’deki ‘Yasak Şehir’de çekim yapma ayrıcalığını bahşeden  “Son İmparator” filmiyle 1987 yılında “En İyi Yönetmen” Oscar’ını da kazandı.

“’Son İmparator” toplamda 9 Oscar ödülüne layık görülmüştü.

Bernardo Bertolucci’nin son filmi 2012 yapımı “ Me Before You – Ben ve Sen” filmidir.

 

[metaslider id=”3876″]

Lady Gaga ve Bradley Cooper

Lady Gaga ve Bradley Cooper

 

Lady Gaga

 

Lady Gaga, 32 yaşında ününün zirvesindeki bir popikonu ve son dönemlerin 43 yaşındaki popüler aktörü Bradley Cooper “A Star is Born – Bir Yıldız Doğuyor” isimli filmde bir araya geldiler. Film alkolik rock star Jackson Maine ile şöhrete ulaşmak için çabalayan şarkıcı ve şarkı yazarı Ally arasındaki ilişkiyi hikaye ediyor. Film süresince Jackson’un bağımlılığı ve çöküşü artarken Ally de super starlık basamaklarında hızla yükseliyor. Daha önceleri üç kez filme çekilmesine, öykü kıtlığı yaşayan Holywood için Clint Eastwood ve Beyoncé gibi ünlü isimlerin göz diktiği bir proje olmasına rağmen Cooper’un bir çok yakın arkadaşı bu filme girişmemesini önermişler. Fakat “American Sniper”, “American Hustle”  filmlerinin başarılı aktörü bu filmin çocukluk anılarının bir tatmini olacağını söyleyerek işe girişmiş.

Cooper 8 -19 yaş aralığında şarkı yazıp, yazdığı şarkıları da kendi söylüyormuş.

Ayrıca yine çocukluğundaki en büyük amacının başarılı bir yönetmen olarak Holywood tarihine adını yazdırmak olduğunu söylemeye gerek yok.

Cooper, Eric Roth ve Will Fetters ile birlikte filmin senaryosunu da yazmış. Hikaye Coachella ve Glastonbury gibi gerçek festivallerde çekilen elektrik performanslarla zenginleştirilen duygusal rock sahneleri ile yeni bir şekle bürünmüş ama 1937 yılından beri çekilen diğer versiyonlarında olduğu gibi bu 4. Versiyon da bir kadın hikayesi gibi görünen trajik bir erkek hikayesi olmaktan kurtulamamış.

Filmin ilk versiyonu Janet Gaynor ve Fredric March baş rollerde olmak üzere 1937 yılında çekilmişti. İkincisi Judy Garland ve James Mason ile 1954 yılında, üçüncü ise Barbra Streisand ve Kris Kristofferson ile 1976 da.

Lady Gaga Cooper’a ona inanıp bu projede yer verdiği ve oyuncuğuna çok şey kattığı için teşekkür ediyor ve bir yönetmen olarak yere göre koyamıyor.

Dünya prömiyerini Venedik Film Festivalinde yapan film’in şimdiden erkek ve kadın oyuncu kategorilerinde ödüllere aday olacakları büyük olasılık ve tüm kritiklerin kabul ettiği gerçek de Lady Gaga’nın artık sadece bir şarkıcı değil aynı zamanda bir oyuncu olduğu.

Lady Gaga ve Bradley Cooper ikilisinin film boyunca özellikle bir arada oldukları sahnelerde müthiş bir elektrik yaydıkları tartışmasız ama bazı eleştirmenler asıl aşk hikayesinin aktör Bradley Cooper ile yönetmen Bradley Cooper arasında olduğunu söylüyorlar. Lady Gaga’nın şarkıları kesinlikle dominant ama bir aktris olarak parladığı her sahnede nedense kamera ondan uzaklaşıyor. Yönetmen Cooper, aktör Cooper’un canlandırdığı karakterin o klasik erkek hikayesinden fazla uzaklaşmasını istememiş olsa gerek !!!

“A Star is Born- Bir Yıldız Doğuyor”

Yönetmen: Bradley Cooper

Tür: Drama, Romans, Müzik, Müzikal

Rating: R

Runtime: 136 dak.

Oyuncular: Alec BaldwinAndrew Dice ClayAnthony RamosBonnie SomervilleBradley CooperD.J. ‘Shangela’ PierceDave ChappelleEddie GriffinGreg GrunbergLady GagaMarlon WilliamsMichael HarneyRafi GavronSam ElliottWillam Belli

 

[metaslider id=”3834″]

 

 

 

Damien Chazelle ve Kariyerinin Önlenemeyen Yükselişi

Damien Chazelle

son on yılın10
“La La Land” (2017) – Linus Sandgren

 

Damien Chazelle 2013 yılı başlarında yazıp yönettiği “Whiplash” isimli 18 dakikalık kısa filminin Sundance Film Festivalinde prömiyerini yapmak için uğraş veren tanınmamış genç bir yönetmendi.

Festival’de Kısa Film Jüri Özel Ödülü’nü kazanmasının ardından sponsorların ilgisini çekti ve bir sene sonra  “Whiplash” ın uzun metraj senaryosu elinde Park City’e geri döndü. İki sene sonra,15 şubat 2015’de, aynı filmle En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar adayıydı.

Bu başarının ardından caz piyanisti (Sebastian) ile genç bir aktris (Mia) arasındaki aşkı anlatan ve görüntü yönetmeni Linus Sandgren tarafından görüntülenen Technicolor stili müzikal drama “La La Land – Aşıklar Şehri”, yönetmenin müziğe ve sinemaya duyduğu aşkın bileşimi olan bir baş yapıt olarak izleyici karşısına çıktı. Bu filmle Chazelle’e En İyi Yönetmen dalında 2016 Oscar’ını kazandırdı.

Böylece Chazelle o güne kadar bu ödüle hak kazanan en genç yönetmen oldu.

$30 milyon bütçe ile çekilen 128 dakikalık film toplamda 6 Oscar (En İyi Kadın Oyuncu, Yönetmen, Sinematografi, Müzik, Prodüksiyon Tasarımı), 249 adaylık, 212 ödül kazanırken, Dünya Çapında $446 milyon hasılat yaptı.

Chazelle “Whiplash” filminde işlediği kesikli sert öğeler taşıyan konunun (müzikte doğru ton, zor ve hızlı ritm arayışındaki J.K Simmons’un canlandırdığı mükemmeliyetçi profesör Terrence Fletcher’in öğrencisine uyguladı baskı ve zorlama, yarattığı gerilim ve öğrencinin duyduğu acı, umutsuzluk, öfke, bageti davula vururken ellerinin kanaması vs) gerektirdiği kinetik kurguyu sağlayabilmek için digital çekim yaptığını söyledi.

“La La Land” in ise bunun tam aksi bir film olduğunu, konunun romantizmini ve zaman atmosferini yakalayabilmek için uzun çekimler, yavaş akan hareketlerle gelişen ve bir dönemin MGM müzikallerini andıran masalsı bir film ortaya çıkarabilmek adına 35mm film kullanmaya karar verdi.

Kullanılan kamera, Chazelle’in seçimi olan ve 2004 yılından beri film çekimlerinde kullanılmakta olan Panavision XL2.

Film kullanmak çekimlere iki yönden kolaylık sağlamış;

  • Netlik derinliği ile oynanarak belirli karelerde daha yumuşak ve flu bölgeler yaratılıp izleyicinin ilgisi belirli sahnelerde istenen noktalara odaklanılmış,
  • Filmin digital’den daha geniş olan poz aralığı sayesinde az veya fazla pozlanma olasılığı olan görüntü bölgelerinde daha fazla detay ve canlı renkler elde edilebilmiş.

Chazelle kameranın bir müzik enstrümanı gibi hareket etmesini, yani şarkı söylemesini istiyormuş. Böylece kamera belli bir ritim içinde hareket ederek izleyiciye hissettirmeden filmin dans ve şarkılarına katkıda bulunabilecekmiş.

Filmin dans sahneleri başlı başına emek ve dikkat gerektiren sahneler.

Geniş alan gerektiren hareketli dans sahnelerinde kameranın da aynı alanı paylaşarak, onlarla birlikte, hem yatay ileri-geri, sağa-sola, hem de düşey aşağı-yukarı hareket etmesi ve tüm bunları tek çekimde ışığı kaybetmeden başarabilmesi hayli zorlu bir uğraş olmuş.

David O. Russell’ın son dönem filmleri “American Hustle – Düzenbaz” ve “Joy – Joy” dan tanıdığımız görüntü yönetmeni Linus Sandgren, işte bu sahnelerde kamerayı bir müzik enstrümanı gibi kullandıklarını hissettiğini söylüyor.

Damien Chazelle ile Ryan Gosling‘in yeniden bir araya getiren ve astronot Neil Armstrong’un biyografisine dayanan “First Man” ise  bu yıl 75.’si düzenlenen ve 8 Eylül 2018 tarihine kadar sürecek olan Venedik Film Festivali‘nin açılış filmi oldu.

Film Türkiye’de 12 Ekim 2018 tarihinden itibaren seyirciyle buluşacak.

 

 

 

Rıhtımlar Üzerinde = On the Waterfront – 1954

Rıhtımlar Üzerinde = On the Waterfront – 1954

Yönetmen: Elia kazan,

Senaryo: Budd Schulberg,

Görüntü: Boris Kaufman,

Müzik: Leonard Bernstein,

Oyuncular: Marlon Brando, Eva Marie Saint, Lee J. Cobb, Rod Steiger, Karl Malden, Pat Henning

Süre: 108 dakika

Menşe:ABD

New York doklarında gerçek mekanlarda çekilmiş olan bu filmde liman işçileri sendikasına hakim olan gangsterlere karşı savaşa giren ve kardeşinin öldürülmesinden sonra onları polise teslim eden bir işçinin hikayesi anlatılır.

Terry Mallon (Marlon Brando) ağır şartlarda liman işçisi olarak çalışan eski bir boksördür. Limanın işletmeciliğini yapan  Johnny Friendly  (Lee J. Cobb) ise aslında illegal bir çetenin lideridir.

Johnny Friendly’nin emriyle Terry’nin çocukluk arkadaşı Joey Doyle öldürülür ve Terry istemeden de olsa cinayete karışmıştır. Terry’nin abisi Charley (Rod Steiger) Liman Patronu Friendly ile işbirliği yapınca, Terry Mallon liman işçilerini bir araya getirip büyük bir ayaklanma başlatır.

Öte yandan, Terry öldürülen arkadaşının kız kardeşi Edie Doyle (Eva Marie Saint) ile flört etmeye başlar. Bu yakınlaşma Terry’nin vicdanını sorgulamasına sebep olur.
Papaz Barry’nin (Karl Malden) de desteğiyle Terry mevcut düzene karşı savaş açar…

Elia Kazan ve Lee Strasberg’in kurduğu Actors Studio’dan gelen oyuncuların olağanüstü oyunundan, siyah-beyaz görüntülerin filme yaptığı estetik katkıdan ve müziğin’den  büyük ölçüde yararlanan bu film kalabalık sahnelerdeki oyuncuların ustalıkla yönetimiyle de göze çarpar.

Rıhtımlar Üzerinde – On The Waterfront dönemin Sosyal ve Ekonomik yapısının anlaşılması bakımından  önemli bir filmdir. Ayrıca dönemin politik gerilimini de gözler önüne serer. Filmin yönetmeni  Eli Kazan bu karanlık dönemden nasibini alan bir isimdir.

Rıhtımlar Üzerinde filmi yönetmenin bu karanlık ve talihsiz bir dönemine denk gelir.

Amerikan siyasal yaşamının önemli bir periyodu olan Mc Carthy soruşturmaları sırasında bir zamanlar gönül ve eylem birliği yaptığı solcu arkadaşlarını kurulan komisyona ihbar ettiği suçlaması ile karşılaşan, basın ve sanat çevreleri tarafından dışlanan yönetmen film yapmakta zorlanmaktadır. Yine kendisi gibi ihbarcılıkla suçlanan Budd Schulberg’in senaryosu bir umut ışığı olur. Terry karakterini canlandırması için ilk önce Frank Sinatra’ya teklif götürülür fakat Sinatra, Elia Kazan ile çalışmak istemediğini söyleyerek rolü geri çevirir.

Film büyük başarı yakalamasına rağmen eleştirmenler tarafından iki ihbarcının kendilerini temize çıkarma çabası olarak görülür.

Rıhtımlar Üzerinde 12 dalda Oskar adayı olur, en iyi film, yönetmen, senaryo, görüntü, aktör, aktris ve kurgu ödüllerini toplar.

Filmin aynı zamanda bir Marlon Brando filmi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önceleri Kazan hakkındaki dedikodulardan dolayı rolü kabul etmek istemeyen aktör bu filmde tüm eleştirmenlerce göklere çıkarılan olağan üstü bir oyunculuk sergilemiştir.

1924 yılında Nebraska’da doğan aktörün annesi bir oyuncu idi. Oyunculuktan nefret eden babası Marlon’u  askeri akademiye yazdırdı. Kısa sürede okuldan atılmayı başaran Marlon New York’a gelerek “Actors Studio” ya girdi. Önceleri sinema oyunculuğunu küçümsediğini söyleyen aktör ilk çıkışını yine Elia Kazan’ın yönettiği İhtiras Tramvayı oyunu ile Broadway de yaptı.

Fakat kısa sürede sinemaya yönelerek ardı ardına Erkekler, İhtiras Tramvayı, Viva Zapata, Vahşi Genç gibi başarılı filmler çevirdi.

Kırık burnu, vahşi tavrı ve hafif kısık sesi ile çizdiği hayvani cazibe onu savaş sonrası dönemin en ünlü ve aranılan aktörü yaptı. Yeni gelen her erkek oyuncu ona benzemeye çalıştı. Sonraki yıllarda Dean, Pacino, Newman, De Niro  gibi büyük isimler onun gölgesinden kurtulmak için büyük mücadele vermişlerdir.

[metaslider id=”3352″]

 

 

 

RSS
Follow by Email