Marlon Brando ve Gizemli Yaşamı

posted in: Sinema Tarihi | 0

Marlon Brando

 [metaslider id=1759]

 

 

Marlon Brando 3 Nisan 1924 yılında Omaha, Nebraskada dünyaya geldi.

Şiddetli geçimsizlik yaşayan anne ve babası bir süre sonra boşandılar. Marlon, kız kardeşleri Frannie ve Jocelyn ile birlikte aslen Alman asıllı olan bir oyuncu olan anneleri Dorothy Julia’nın yanında kaldılar.

Aile boşanmanın ardından Kaliforniyaya taşındı. Ardından anne ve babası barıştı ve aile tekrar birleşti.

Marlon Brando’nun kız kardeşleri de oyunculuğa meraklı idiler. Jocelyn Brando, Amerikan Dramatik Sanatlar Akademisin’de okudu. Broadway’ de sahneye çıktı ve  filmlerde ufak roller aldı. Frannie Brando ise New York’a Sanat Okulu’na gitti.

Marlon Brando’nun karakterinde yatan olağan dışı aşırılıkların ipuçları çocukluk yıllarına kadar uzanır.

Rol yapma eylemi, etrafını çevreleyen olumsuz atmosferden kaçmak için ürettiği bir yöntem gibidir. Annesi alkolikti, sık sık yollara düşen bir satıcı olan babası ailesiyle ilgilenmemesinin yanısıra  onlara şiddet uygulamaktan hoşlanıyordu.

Daha henüz yedi yaşındayken çok güzel lehçe taklidi yapar; çünkü babası bundan çok hoşlanmaktadır.

16 yaşındayken girdiği askeri okuldan disiplin sorunu yaşadığı ve sık sık okuldan kaçtığı için atıldı. Bir süre babasının yanında çalıştıktan sonra New York’taki ablasının yanına geldi. New York Brando’nun karmaşık karakterini oluşturduğu şehir olmuştur.

Sık sık sokaklarda yatıp kalkıyor ve gözlem yapıyor, serseriden bankere kadar çevresindeki  tüm insanların davranışlarını inceliyordu. Daha sonra bu gözlemlerini ablasının da devam ettiği ve Stella Adler’in oyunculuk dersi verdiği “New School” da aldığı eğitimle pekiştirdi.

Brando sürekli öğrenmek ve bilmek isteyen bir yapıya sahipti; okulunun da etkisiyle kitaplara gömüldü ve bu tutkusu tüm yaşamı boyunca devam etti; kitap okudu, yeni şeyler öğrenmeye çalıştı.Yeteneklerinin yanısıra onu böylesine büyük bir oyuncu yapan faktörlerden biri de bu tutkusu olsa gerek.

Marlon Brando kariyerinin ilk çıkışını 1944 yılında Broadway sahnesinde yaptı.

“I Remember Mama” isimli oyunda büyük bir başarı yakalamasının ardından tüm yetenek avcıları peşine düştü fakat Brando 7 senelik bir kontratla kimseye bağlanmayı kabul etmediği için bir menajer tarafından temsil edilemedi.

1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Menfilmiyle sinema dünyasına etkili bir giriş yaptı. Bu filmde canlandıracağı rol için  gaziler hastanesinde kalarak uzun süre gözlem yaptığı ve rolü için hazırlandığı söylenir. Marlon Brando’yu “The Men” filmininin ardından “ A Streetcar Named Desire – Arzu Tramvay’ı” filmindeki uzun süre aktörle özdeşlenen ve  babasının kabadayı karakterinin birebir yansıması olan Stanley Kowalski karakterinde izleriz. Film’in 3 Oscar ödülü kazanmasına rağmen Brando’ya beklenen Oscar verilmemiştir.

Daha sonraları “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” ve “God Father – Babafilmleriyle En İyi Erkek Oyuncu dalında iki kez Oscar’ı kazanmasına rağmen 1972 yılı Oscar ödül törenine kendisinin gitmeyip yerine Kızılderili genç bir kızı göndermesinin altında yatan sebeplerden biri de aslında kırılgan bir duygusal yapısı olan aktörün gençliğinde yaşadığı bu hayal kırıklığı olabilir. Marlon Brando, törenin ardından Amerikan hükümetinin ve Hollywood’un Western filmleri yoluyla kızılderililere yyaptığını kabul edemediği için Oscar’ı protesto ettiğini söyledi ve bir gecede Brando efsanesi oluştu.

Marlon Brando oldum olası Oscar Ödül Törenleri ile arası pek iyi olmamıştır;

1953 yılında Shakespeare’in “Julius Caesar” oyunundan uyarlanan filmde Marcus Antonius rolüyle Oscar’a 3. kez aday oldu ama ödülü alamadı.

O zamanlar Hollywood Brando’ya karşı çok sert bir tutum takınmıştı. Eleştirmenlerin onu dönemin en iyi oyuncusu olarak göstermesi ve filmlerinin gişe başarısına rağmen ödül alamaması büyük yankı uyandırıyordu.

Fakat Marlon Brando yine umursamaz tavrını takınarak  arkadaşlarına: “Eğer film stüdyoları, yerleri silmem için de aynı parayı verseydi, oyunculuk yerine yerleri silmeyi tercih ederdim.” demiştir.

1955 yılında yapılan 27. ödül töreninde sürekli çiklet çiğnemiş ve aktris Bette Davis En İyi Erkek Oyuncu ödülünü açıklamak için sahneye çıktığında çiğnemesini durdurmuş, adı anons edilince ağzından çikleti çıkararak cebine koymuş ve ödülü almak için sahneye yönelmiştir.

“The Wild One – Kanlı Hücum” filminde oynadığı motosikletli, blucinli, deri montlu Johnny Strabler karakteri dönemin bir idolü haline geldi ve gençlerin büyük çoğunluğu onu taklit etti.

1952 yılında ise Broadway yıllarında tanıştığı Elia Kazan’ın “Viva Zapata! – Yaşasın Zapata!” filminde Meksikalı devrimci rolünü üstlenmiştir. Oynadığı bu rolle büyük beğeni topladı ve Oscar’a yine aday oldu

1954 yılına gelindiğinde ise Elia Kazan’ın yönettiği “On The Waterfront – Rıhtımlar Üzerinde” filminde ki Terry Malloy rolüyle sinema tarihinin unutulmaz performanslarından birine imza attı. Oscar’a En İyi Erkek Oyuncu” dalında üst üste 4. kez aday olan Brando, bu rolüyle en sonunda Oscar’ı aldı. Oynadığı rolü adeta yaşayan, karaktere verdiği gerçekçiliğiyle birçok kişiye göre sinema tarihinin en iyi oyunculuk performansını sergileyen Marlon Brando için filmin yönetmeni Elia Kazan “Sinema tarihinde bundan daha iyi bir oyunculuk performansı var mı bilmiyorum” yorumunu yapmıştır. Bu rolüyle neredeyse almadık ödül bırakmadı.

Elia Kazan Brando’nun çağdaşı ve ondan sonra gelecek nesil olmak üzere iki jenerasyonu mahvettiğini söyler. Kazan’a göre Brando hiç bir zaman bir Metot oyuncusu olmamıştır. O da oyunculuğunda bir metot uygular ama bu Adler’in öğrettiği Metot değil, kendi dehasının ürünü kendi metodudur. Böylece bilinen Metot oyunculuğu öğretisini uygulayarak Brando’yu taklit etmeye çalışan tüm genç oyuncular başarısız olmuştur.

Marlon Brando’nun kariyeri 50’li yılların sonundan itibaren iniş dönemine geçti.

Oyunculuk açısından başarılı ama gişe başarısı yakalayamayan filmlerde oynadı.

The Fugitive Kind – Kaçak Türden (1960), One Eyed Jacks – Ask ve intikam (1961), Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan (1962), The Ugly American – Çirkin Amerikalı (1963), Chase- Kaçaklar (1966), Batida Vuruşanlar (1966) ve Reflections in A Golden Eye – Parıltılı Gözler (1967). gişede başarısız olan filmleri oldu.

1961 yılında çekilen “One-Eyed Jack” filmi ilk ve tek yönettiği filmdir. Film her ne kadar beğenildi ve gişe de iş yaptıysa da çekim o kadar uzamış ve yapım maliyeti o kadar yükselmişti ki getirisi gideri karşılayamadı. Brando, son derece başarılı bir oyuncu olmasına rağmen insan yönetimi, ekip çalışması ve organizasyon yönünden de o kadar zayıftı. Bir türlü bitmeyen film, stüdyo tarafından zorla Brandonun elinden alındı ve kurgu odasında tamamlandı ki Brando kurgu odasından da çok sıkılmıştı.

60’lı yıllar Marlon Brando’nun politik tutumunun ve aktifliğinin zirve yaptığı yıllardır. Amerikan Yerlilerinin ve siyahilerin haklarının savuncusu olmuştur. Southern Christian Leadership Conference’ın 1963 martındaki yürüyüşüne ve  Black Panther – Siyah Panterlerin 1968 yılındaki yürüyüşüne katılması ona fazla hayran kazandırmaz, aksine kaybettirir. Özellikle Amerika’nın Güney eyaletlerinde Brando’ya karşı gizli bir ambargo başlar, dağıtım zincirleri filmlerini dağıtmaz ve göstermez.

Marlon Brando, sıkıntılarla geçen 60’lı yıllardan sonra maddi anlamda zor günler geçiriyordu. “The Godfather – Baba” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola aktörle ilk temasa geçtiğinde Brando Mafya’yı yüceltmek istemediği için bu rolü kabul etmemiş fakat daha sonra maddi sorunlarının da etkisiyle evet demiştir. “Baba” filmindeki “Don Vito Corleone” rolü ona kuşaklar boyunca unutulmayacak bir prestiji de beraberinde getirdi. Birçok sinema eleştirmenlerine göre “tüm zamanların en iyi oyunculuk performansı” nı gösteren Brando, taraflı tarafsız herkesin büyük beğenisini kazandı ve o sene 2. Oscar’ını aldı.

The Godfather’dan sonra belki de çektiği en erotik film olan “Last Tango in Paris – Pariste Son Tango” ona yeni bir  Oscar adaylığı getirdi..

1970’li yılların sonlarına doğru küçük rollerde oynadı.

”Superman” filmindeki 10 dakikalık Cameo rolü için astronomik ücret talep etti ve istediği ücreti de aldı. Sadece 2 haftalık çekimler için 11.25 milyon dolar alarak bir rekora imza attı.

“Apocalypse Now – Kıyamet” filminin yönetmeni Francis Ford Coppola  sadece 20 dakikalık rolü olan karakterine (filmin ilham aldığı romanda Kurtz malarya hastalığından dolayı çok zayıf, adeta bir çocuk görünümündeymiş) uyum sağlayabilmesi için kilo vermesini istemiş ve Brando kabul etmiş. Astronomik ücretininin bir kısmını önceden almış olan 52 yaşındaki Brando Filipinlerdeki sete geldiğinde hiç kilo vermediği aksine aldığı görülünce görüntü yönetmeni Vittorio Storaro aktörün sahnelerinin çoğunu gölgede çekmek zorunda kalmış.

Marlon Brando’nun psikolojik yapısında oluşan morluk ve berelenmeler onun tüm yaşamını etkilemiştir.

Uzun yıllar bunları tamir etmeye çalıştığını söyleyen aktör sık sık “bir yetimhaneye düşse idim daha sağlam bir birey olarak yetişirdim” der.

Kariyeri boyunca Hollywood ve otorite ile bir türlü barışamayan Brando’nun kendisi de bir cins Oedipus kompleksi taşıdığını itiraf eder. Oedipus kompleksi Sophocles’in meşhur “Oedipus Tragedyası”ndaki, annesiyle evlenen Oedipus’un dramında olduğu gibi, adını eski mitolojik öykülerden alır. Freud’a göre 4-5 yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklindeki davranış tarzını belirtmek için kullanılmıştır.

Marilyn Monroe’ye göre gelmiş geçmiş en çekici erkek olan Brando kadınları sürekli cezbeder ama onları hep terk eder. Üç kez evlenip boşanır ve üç kadından beş çocuğu olur.

“Kadınları kışkırtarak test ederim; kırılma noktalarına geldiklerinde hemen yalan söylerler” derken bu maço davranışın altında yatan gerçeğin ilgisini beklediği ama mutluluğu içki şişelerinin dibinde arayan alkolik annesine olan güvensizliğin olduğu kesin olsa gerek.

Marlon Brando meditasyon yolu ile hastalıklarını iyileştirebileceğine inanıyordu.

1990 yılında bir operasyon geçirmesi gerektiğinde anestezi istemediğini, sadece bir ağrı kesici iğne ile yetinip meditasyon yolu ile kendini uyutacağını söylemiş. Doktorların bunu kabul etmemesi üzerine doktorların gözü önünde 20’li değerlerin üzerine yükselen tansiyonunu normal değerine meditasyon yaparak düşürmüştür.

Çalkantılı çocukluk yaşamının yanısıra kendi kurduğu ailesi de hayli zor zamanlar geçirmiştir.

80’li yıllardan itibaren yaşadığı ailevi sorunlar sonucu kendini dünyaya kapatan oyuncu neredeyse hiç bir filmde rol almadı. 90’lı yıllar Brando için çok daha sıkıntılı ve yıkıcı yıllar oldu; büyük oğlu kız kardeşinin sevgilisini öldürdü. Bu olaydan sonra Brando’nun kızı intihar etti.

Marlon Brando’nun kaderini tayin eden gerçeklerinden birisi de yeme alışkanlığı olmuştur.

Yaşamını türlü iniş çıkışlarla yaşayan aktörün yeme alışkanlığı da bu yaşama uygun ve alışılmışın dışındaki travmatik karakterinin benzeridir.

Marlon Brando’nun ilk filmi “The Men”in yardımcı oyuncularından Richard Erdman’a göre ünlü aktör bütün gün abur cubur ve bir kutu fıstık ezmesi yiyerek yaşıyormuş.

Uzun süre fit görünümünü koruyan Brando 60’lı yıllardan itibaren kilosunu korumak için şok diyetlere başladı. Fakat bu diyetlerle verdiği kiloları hemen ardından geri alıyordu.

Marlon Brando’nun en büyük sorunu tatlıya aşırı düşkün oluşuydu. Tatlı ihtiyacını dizginlemek için bir günde kilolarca süt içtiği söylenir.

İlerleyen yıllarda diyet yapmaktan tamamiyle vaz geçti ve aşırı yemeğe başladı.

Sabah kahvaltıları çok zengindi; bol mısır gevrekli, salamlı, sosisli, yumurtalı, türlü çeşit peynirli bu kahvaltılar yüzünden ismi “branflakes”e çıkmıştı. Bir diğer rol arkadaşı film çekimlerinde set aralarında 2 biftek, patates, 2 elmalı turta ve süt tükettiğini söylüyordu. Hatta  Brando’ya set ekibi doğum gününde “Umarım Bu Uyar” yazılı hayli uzun bir kemer hediye etmiş.

Brando’nun 6 adet hot-dog’u gecenin bir vakti uyanıp yediği söylentiler arasında…

En garip söylenti ise, 1976 yapımı “Missouri Breaks” filminin çekim aralarında gölde bulunan bir kurbağayı avlayıp ısırdığı ve parçayı içeceğine atıp içtiği söylentisidir…

1980’li yıllara gelindiğinde ise bu kötü yeme alışkanlığı şok diyetlerle alınan kalorileri verememesiyle daha da kötüleşmeye başlar. Ünlü aktörün kız arkadaşları kendisini birer birer terkeder. 80’lerin sonunda 1.75 boyundaki Brando 158 kiloya kadar çıkmıştır. Hayatın sonuna kadar şok diyetler ve kötü yemek yeme alışkanlığını sürdüren Marlon Brando sonunda 70 kilo kadar vermeyi becerir fakat  iç organları zarar gördüğü için sağlık durumu kötüleşir.

Marlon Brando son günlerinde hastalığına rağmen “Big Bug Man” filminde seslendirme yapmayı kabul eder ancak ömrü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmez.

Usta oyuncu 1 Temmuz 2004 tarihinde hayatını kaybeder

Ölüm nedeni bir süre gizli tutulan aktörün menajeri Jay Cantor, Marlon Brando’nun akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat ettiğini söylemiştir. Cenazesi kendi isteği üzerine yakılır ve külleri Haitideki adasının çevresine serpilir.

Edison ve sinemada buluşlar dönemi

posted in: Sinema Tarihi | 0
Black Maria Stüdyoları
Black Maria Stüdyoları

 

Edison ve Black Maria Stüdyoları

Edison laboratuarlarında çalışan bir araştırmacı olan  “W.K.Laurie Dickson” un hareketli görüntülerin kayıt ve gösteriminde çığır açacak kolaylıklar sağlayan  “cellulod strip = plastik şerit” i icat etmesinden sonra sinemada  büyük aşamalar sağlandı.

1894 yılında Thomas Alva Edison bu aşamaya bağlı olarak iki önemli aygıtı ürettiğini açıkladı;

  • “Kinetograph” – Hareketli görüntüleri kaydedecek olan ilk pratik kamera,
  • “Kinetoscope” – Dickson’un devamlı selüloit  şeridinin üzerindeki görüntülerin elektrikli bir motor tarafından hareket ettirilerek bir lamba ve mercek yardımıyla cam üzerine düşürüldüğü ve izleyicilerin bir göz yuvasından görüntüleri seyrettiği bir dolap . Bu şeridin uzunluğu genellikle 12-13 mt kadardı.

Kinetoscope salonları kısa sürede Amerika ve Avrupayı kapladı.

Thomas Alva Edison
Thomas Alva Edison

 

Edison’un “Black Maria” stüdyolarında Dickson tarafından kaydedilen müzik veya akrobat gösterileri gibi eğlendirici kısa filmleri gösteriyordu.

“Thomas Alva Edison” Amerikan Sinemasının mucitleri arasında en popüler isimlerden biridir. Sinemanın yanında telgraf yayını vs. gibi bir çok icadı ile Amerika tarihinde neredeyse yarı tanrı niteliği kazanan bir araştırmacı idi.

Filme perforasyon (delik) açılması fikri yine onun stüdyolarında gerçekleşmiştir. İlk önce filmin ortasına açılan delik, daha sonra Dickson’un önerisiyle kenara açıldı.

Filmlerde sanatçıların kullanılması fikri de Dickinson’a aittir. Omuz çekimi, diz çekimi teknikleri ilk kez onun tarafından gerçekleştirilmiştir.

İlk sinema filmi demeye layık filmler Dickson’un filmleridir.

“May Irwin ile C. Rise’ın Öpüşmesi” filminde ilk öpüşme sahnesi omuz çekimi ile çekilmiş ve tutucu çevrelerce utançla karşılanırken gösterimde gülüşmelere yol açmıştır. Bu film aynı zamanda kadınların iç çamaşırlarının görünmesi, göbek ve kan-kan dansları ile erkek seyircileri sinemaya çekmeye çalışan ilk filmdir.

Bu dönemin en çok sansasyon yaratan filmlerinden biri de “Marie Steward’ın Ölümü”dür.

Edison ve Dickson’un öğrencisi olan “Edmund Kuhn” tarafından çekilen bu filmde celladın halkın gözleri önünde kraliçenin kafasını uçurduğu sahne  büyük ilgi toplamıştır.

Edison Atlantiğin öte yakası için bu icadın patentini almamıştı.

Bu yüzden Avrupa’da bir çok taklitleri çıktı.

1895 yılında İngiliz araştırmacı ”Robert W. Paul” bu gösterilerin tek bir kişiye değil, birden fazla izleyiciye yapılması gerektiği fikrinden yola çıkarak ilk film projektörünü yaptı.

Sinematograf
Sinematograf

 

Aynı zamanlarda Fransız “Auguste ve Louis Lumiere” kardeşler üç işlemi – çekim, developman/baskı, projeksiyon bir yerde yapabilen bir taşınabilir kamera  Sinematograf’ı icat ettiler ve yine 1895 yılında Paris’de “Capucine” Bulvarındaki “Grand Cafe” de “Bir Trenin Gara Girişi” ve “Boğa Güreşçisi” kısa filmleri ile ilk paralı gösterimlere başladılar.

Gösteri esnasında trenin kameraya doğru gelişi ve giderek perdeyi kaplamasıyla çoğu seyirci ezilme korkusu ile kaçarak salonu terk etmişti.

Kısa sürede Avrupa’nın bir numaralı prodüksiyon firması haline dönüştüler.

Devam edecek…

 

Sinema Tarihi

posted in: Sinema Tarihi | 0

 

sinematarihi1

 

Sinema Tarihi- Dünya Sinema Tarihi

Sinema (Moving Images = Hareketli Görüntüler) gözün, görüntünün retina (ağ tabakası) üzerine düştükten sonra bir süre daha silinmeyip kalması şeklinde ortaya çıkan kendine özgü bir kusuruna dayanır.

Retinadaki sinirler tarafından algılanan görüntü beyine ulaştırılarak görme duyusu oluşur.

Bu görüntü ortadan kalksa bile optik sinir algılamaya devam ettiği için retinadaki yansıma hemen silinmez. Retinadaki görünümün süresi parlaklık vs gibi bazı faktörlere bağlı olarak değişmekle beraber ortalama 2/35 sn kadardır.

Bir görüntü şeridinin perdede akım hızı 24 kare/sn’ dir. Yani biz saniyede 24 resim karesini art arda görürüz ve bir görüntünün etkisi silinmeden diğeri girdiği için artık bu görüntüler silsilesi bizim için hareketlidir.

Sinema diğer bir tanımıyla “Sinematografi” Yunanca “Devinim Kaydı” anlamındaki “Kinema” ve “Grafe” sözcüklerinden gelir.

Üç aşamalıdır ;

  • Kayıt,
  • Kayıt’ı geliştiren kayıt sonrası işlemler (Post Prodüksiyon = Post Production),
  • Gösterim.

Sinema tarihi süresince, Sinemanın tek bir kişi tarafından icat edildiğini  söylemek hayli zordur. 

İlk zamanlarda tabii ki bir çok kişi basit kayıt ve gösterim teknikleri üzerinde çalışıyordu.

İlk projeksiyon makinesi sayılabilecek “Lanterna Magicea” eski Mısırlılar zamanında “Batlamius” devrinde de biliniyordu. yüzyılda Avusturyalı “Athanasius Kircher” ve “Franz von Uchatius” tarafından geliştirilmiştir.

Bu aygıt görüntülerin ışık ve mercek aracılığıyla cam veya saydam bir yüzeyden geçirilip büyütülerek perdeye veya duvara aktarılması esasına dayanıyordu.

Gösterim aygıtlarının gelişmesinde sinema tarihi sürecinde oyuncak endüstrisinin büyük katkısı olmuştur. Bu tekniğe dayanarak bir çok optik oyuncak yapılmıştır. Bunların en ilkeli ”Dr. John Ayrton Paris” tarafından kendi çocuğunu eğlendirmek amacıyla yapılmıştı. Bir silindirin iki tarafına yapılan kuş ve kafes resimleri silindirin hızla çevrilmesi ile kafesin içinde hareket eden kuş görüntülerine dönüşüyordu. “Thaumatrope” adı verilen bu aygıt daha sonra “Plateau” tarafından geliştirilerek “Phenakisticope” denilen aygıt yapılmıştır.

Bu günkü karton filmlerin esasını teşkil eden bir şeride çizilmiş bir dizi resim, üzerinde belirli aralıklarla uzunlamasına yarıklar açılmış bir silindirin içine konup, aygıt resimli yüzü bir aynaya bakacak şekilde çevrildiği zaman yarıklar arasından aynaya bakan kişi bu resimleri hareketli olarak görüyordu. Bu tarz karton çizimlerin üzerine fotoğraf tekniği de ilave edildi. Fotoğraf tekniğinde olan gelişmeler de sinema tarihinin gelişme sürecine  büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.

Devam edecek…