Türk Sinemasında Kısa Film ve Belgeselin Tarihi – I

Türk Sinemasında Kısa Film

Türk Sinemasında Kısa Film özellikle belgesel çalışmaları hayli eskiye dayanır. Lumiere kardeşler kameralarının çektiği ve İstanbul manzaralarını kapsayan “İstanbul Sokakları”  görüntülerinden başlar. Osmanlı vatandaşı olan Janaki ve Milton Manaki kardeşlerin 1911 yılında çektiği “V. Sultan Reşat’ın Manastır Ziyareti” ve 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği söylenen “Ayastefanos Abidesini Yıkılışı” isimli filmlere kadar uzanan hayli eski bir geçmişi vardır.

Türk Sinemasında Kısa Film çalışmasına ilk başlayan firma ‘İpek Film’dir.

Firmanın bünyesinde senaryo yazarı olarak çalışan Nazım Hikmet ve şehir tiyatrolarının gözde oyuncusu Hazım Körmükçü dört ayrı kısa filme imza atan isimlerdir.

Nazım Hikmet’in ilk denemesi Kavuklu Ali, Zenne Necdet, Naşit Özcan gibi oyuncuları bır araya getiren “Düğün Gecesi/Kanlı Nigâr”, 1933 isimli orta oyunu çalışmasıdır.

Diğer iki filmi ise “Istanbul Senfonisi”, 1934 ve “Bursa Senfonisi”, 1934 filmleridir. Hazım Körmükçü ise kendi oynadığı bir Karagöz oyununu baştan sona filme alarak “Yeni Karagöz” isimli bir filme dönüştürmüştür. Bu filmler daha ziyade müzikal – şiirsel diyebileceğimiz sanatsal yaklaşımların ön plana alındığı belgesel nitelikli filmlerdi.

Yine bu dönemlerde iki tanınmış Sovyet sinema sanatçısı Sergei Yutkevich ve Lev Oscarovitch Arnstam Cumhuriyet’ in kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Basın Yayın ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak Türkiye’ye gelip “Ankara Türkiye’nin Kalbidir” isimli belgeseli hazırlamışlardır.

Türk Sinemasında Kısa Film çalışmalarına İpek filmle aynı yıllarda başlayan diğer bir firma da ‘Haka Film’dir.

Üç yıl boyunca yönetmen Kemal Necati Çakuş tanınmış Sovyet yönetmen Ester Schub’la iş birliği yaparak, bilgi ve malzeme toplayıp, “Türk İnkılabında Terakki Hamleleri” 1934/1937 belgesel filmi çekmişlerdir.

Bir süre yaşanan durgunluktan sonra 1950’li yıllarda hareketlenme başlar. Kore savaşı patlamış ve ülke haber – savaş filmlerinin akınına uğramıştır. Seyfi Havaeri “Kore Gazileri”, 1951 ve Kenan Erginsoy “Mehmetçik Kore’de”, 1951 filmlerini çekerler. Halk Film ise “Kore’de Türk Kahramanları”, 1951 filmini hazırlamaktadır.

Kore filmlerinin ardından İstanbul’un 500. fetih yılı da Atlas Filmin ürettiği altı bölümlük bir belgeselle kutlanır.

1954 yılında Münir Hayri Egeli’nin yapımı “Atatürk Sevgisi” filmi çekilir.

Bu dönemin en başarılı belgesellerinden biri de İlhan Arakon’un renkli olarak çektiği  “Bır Şehrin Hikâyesi”, 1954 filmidir. Dönemin en yeni teknikleri kullanılarak oluşturulan güzel görüntülerle İstanbul şehrinin Bizans’ tan bu yana hikâyesi anlatılır. 

Bu dönemin belgeselcileri bir nevi aydınlanma hareketinin öncüleri sayılabilecek insanlardır. Sabahattin Eyüboğlu, Mazhar İpşiroğlu, Azra Erhat,Vedat Günyol, Macit Gökberk, Aziz Albek, Melih Cevdet Anday gibi…

Bu isimler üniversitelerde verdikleri derslerde, yazdıkları makalelerde duygu ve düşüncelerini topluma aktarmaya çalışırken bir yandan da belgeseller üretiyorlardı.

1956 yılı Türk Belgesel Filmleri tarihi açısından önemli bir yıldır. Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroglu’nun birlikte hazırladıkları “Hitit Güneşi” belgeseli ‘Berlin Film Festivali’nde belgesel dalında ‘Gümüş Ayı’ ödülünü kazanır.

1959 yılında Sabahattin Eyüboğlu “Surname” isimli güzel bir belgesel daha hazırlar.

Eyüboğlu – İpşiroğlu ikilisi çalışmalarına devam ederler ve çok kıymetli dört belgesel daha üretilirler;

“Antalya Ormanları”, 1956

“Siyah Kalem”, 1957

“Anadolu’da Roma Mozaikleri”, 1959

“Karanlıkta Renkler”, 1959

1950’li yıllarda bazı uzun metraj film yönetmenleri ve yapımcılarının da belgesel çektiklerini görürüz. Metin Erksan, ‘Ordu Foto Film Merkezi’ için “Dünya Havacıları Türkiye’de”, 1957 belgeselini çekerken, ‘Acar Film Stüdyoları’ nın yöneticisi Şadan Kâmil de ‘Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’ için “Dağları Delen Ferhat” isimli belgeseli çeker. 1959 ‘Karlovy – Vary Film Festivali’ne de katılan bu ilginç belgesel Anadolu’yu dolaşan bir kamyonun hikayesini anlatır.

O dönemin sinema ortamında hayli etkili olan ‘Ordu Foto Film Merkezi’ komutanı Albay Nusret Eraslan da ordu mensubu subayların ve ailelerinin günlük yaşamını anlatan “Şanlı Ordumda Bir Sene” isimli belgesel filme imza atan resmi bir isim olur.

Metin Erksan’ın çektiği diğer bir belgesel de kendi kaynaklarını kullandığı “Nehir ve Uygarlık/Büyük Menderes Vadisi”, 1959 isimli filmdir.

Devam edecek…

 

 

Matrix – “The Matrix” Film 1999.

“The Matrix” 1999 yılı yapımı bir bilim-kurgu aksiyon filmi.

Lana ve Lily Wachowski kız kardeşler tarafından yazılıp, yönetilmiş.

Önemli rolleri Keanu ReevesLaurence FishburneCarrie-Anne MossHugo Weaving, ve Joe Pantoliano gibi sanatçılar paylaşıyor.

Ütopik bir gelecekte geçen hikâyede simülatik bir gerçekliğin ürünü olan ve Matrix denilen bir ortamda makineler tarafından tutsak edilen insanların macerası anlatılıyor. Bir bilgisayar programcısı olan “Neo” takma isimli Thomas Anderson aynı zamanda çok usta bir “hacker” dır. Ancak siyah takım elbiseli ve siyah gözlüklü gizemli adamların sürekli takibindedir. Bir gece Neo, kendisini başka bir dünyaya götürecek olan güzel “Trinity” ile tanışır. Bu takibin nedenini de bu başka dünyada karşılaşacağı “Morpheus” dan öğrenecektir.

Neo, Morpheus’u bulup Matrix hakkında bir şeyler öğrendiğinde büyük bir komplonun içinde olduğunu anlar.

İçinde yaşadığını sandığı dünya aslında tamamıyla aldatmacadır. Tüm insanlık uzaydan gelen yaratıkların kölesidir. Neo, Trinity ve Morpheus’un da yardımıyla Matrix’ den kendini kurtarmayı başaran ve kendini bu düzeni yıkmaya adamış az sayıda insanın oluşturduğu gruba katılır…

“The Matrix” siperpunk alt türün başarılı bir örneği. Wachowski’ler hayran oldukları Japan Animasyon ve Savaş Sanatları filmlerinden esinlenerek filmin aksiyon sahnelerini düzenlemişler. Bunu başarmak için de Hong Kong aksiyon sinemasının dövüş sahnelerini tasarlayan koreograflarını ödünç almışlar. Film böylesine başarılı olunca da Hollywood sineması çektiği aksiyon filmlerinde benzer sahnelerin tasarımı için bu koreografları sıklıkla kullanmaya başlamış.

Filmin popüler ettiği diğer bir çekim tekniği de, “Bullet Time – Mermi Zamanı”. Bu özel efekti yaratmak için uygulanan belirli bir yöntem var. Kamera belirli bir karakterin hareketini slow-motion kaydederken sahnenin diğer bölümlerine bakış açısını değiştirmeden normal hızla kayıt yapması ile oluşan ve yükselme şeklinde bir algı yanılsaması oluşturan teknik.

Film’in içeriksel bir özelliği de Varoluşçuluk, Marksizm, Feminizm, Budizm, Nihilizm, Post-modernizm vs gibi sosyal ve dini mesajları alt metinlerde başarılı bir şekilde vermesi. Bazı eleştirmenler aksiyon sahnelerinin bu mesajları gölgelediği iddiasıyla filmi eleştiriyor olsalar da…

Süre: 136 dakika

Bütçe: $ 63 milyon

Gişe: Dünya çapında: $ 464 milyon.

Ödüller: 4 Oscar ve 37 çeşitli ödül. 50 adaylık.

Dövüş sahneleri için Hong Kong’lu ünlü dövüş sahneleri koreografı  Woo-Ping Yuen ile temasa geçilmiş ama Yuen başta teklifle ilgilenmemiş. Daha sonra senaryoyu okumuş ve hoşlanmış ama astronomik bir ücret talep etmiş. Wachowski’ler bunun saçma bir ücret olduğunu söyleyerek kabul etmemişler. Bunun üzerine Yuen filmdeki dövüş sahnelerinin yalnızca kendi kontrolünde olması şartı ile geri dönüş yapmış ve ekibe dahil olmuş. Çekimler başlamadan önce dört ay oyuncuları eğitmiş.

“Morpheus” Yunan Mitolojisinde rüya tanrısıdır. Bu tanım filmdeki işlevi ile ironik bir şekilde ters düşer. Çünkü o insanları içinde yaşadıkları rüyadan uyandırarak gerçeğe taşımaktadır.

Neo sıklıkla sıfır sayısı ile özdeşleştirilir. Bu arada “Cypher” (Joe Pantoliano tarafından canlandırılan ve Ajan Smith tarafından Mr. Reagan diye hitap edilen karakter) ismi de sıfır anlamına gelir. (Arapçada sifr). Sıfır ve bir birlikte modern bilgisayar sistemlerinin temeli olan binary data – sayısal veri’yi temsil ederler. Neo aynı zamanda 101 numaralı apartmanda yaşar.

Üçlü grup anlamı taşıyan Trinity filmde ilk kez 303 numaralı odada sahneye çıkar.

Bir bilgisayar ekranında izleniyormuş havasını vermek için Matrix de yer alan tüm sahnelerin baskın rengi yeşildir. Gerçek dünyada yer alanlar ise mavi renk.

Morpheus ve Neo arasındaki kavga sahnelerinde ise ne gerçek dünyada ne de Matrix de yer almadıkları için sarı renk hakimdir.

Frida, 2002 – Frida Kahlo ve Yaşam

“Frida” 2002 

Yönetmen: Julie Taymor,

Kast: Frida (Selma Hayek), Diego (Alfred Molina), Leon Trotsky (Geoffrey Rush), Nelson Rockefeller (Edward Norton).

Bütçe:  $12.000.000

Dünya Hasılatı:  $56.298.470

Frida, sanat tarihinin sıra dışı insanlarından biri olan ressam Frida Kahlo’yu yine kendisi gibi bir ressam olan kocası, akıl hocası Diego Rivera ile yaşadığı sıra dışı çalkantılı yaşam üzerinden biyografi tarzında anlatan bir film.

Bir kadın yönetmen tarafından yönetilen, iki Oscar ödüllü bir film.

Frida Cahlo’nun yaşamı ne kadar çalkantılı ise filmin çekimi esnasında yapımcı Harvey Weinstein ile Selma Hayek ve yönetmen Julie Taymor arasında geçenler de hayli çalkantılı olmuş.

Selma Hayek tarafından kaleme alınan ve 2017 eylülünde New York Times da yayınlanan bir yazı yapımcı Weinstein’in film çekim sürecinde ortaya koyduğu uygunsuz seksüel davranışları gözler önüne sermiş.

Gerçek adı Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon olan Meksikalı ressam, 6 Temmuz 1907’de Meksika’nın güneyindeki Coyoacan’da doğdu.

Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ile Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in 4 kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Frida Kahlo sonraki yıllarda doğum gününü Meksika’nın devrim tarihi olan 7 Temmuz 1910 olarak değiştirecektir.

Henüz 6 yaşındayken çocuk felcine yakalandı.

O dönemlerde bu hastalık ölümcül bir hastalıktı. Pek çok çocuğun yaşamını elinden alan bu hastalığa direnerek kaderini yenmeyi başarmış ama bir bacağı diğerine göre daha ince kalmıştır.

1925 yılının 17 Eylül’ünde erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile okuldan dönerken bindikleri otobüs bir tramvayla çarpışır. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kazada Frida da ağır şekilde yaralanır. Sayısız kırık çıkığın yanı sıra karnından girip omurgalarını zedeleyerek dışarı çıkan demir bir çubukla hastaneye götürüldüğünde doktorlar yaşamanın ancak bir mucizeye bağlı olduğunun söylerler.

Frida bu mucizeyi gerçekleştirir ve ikinci kez ölümü yener…

Dinmeyen acıları Frida’yı uzun süre boyunca doktor, hastane, ilaç, yatak ve korselere mahkum eder. Tam 32 kere ameliyat olur, günleri yatakta geçer. Filmde başarılı bir şekilde vurgulandığı şekilde hiçbir zaman yaşama arzusunu ve resim yapmaya duyduğu büyük açlığı kaybetmez.

Babası Wilhelm Kahlo, ona özel bir karyola yaptırır. Annesi ise Frida’nın kendisini görebilmesi için tavana bir ayna asar. İlk portresini, ilk aşkı Alejandro Gomez Arias’a hediye eder. Bu oto portrelerin mükemmelliği Picasso’ya “biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtir… 

Kazadan iki sene sonra yürümeye başlayan Frida, bu dönemde sanat ve politika camialarında boy göstermeye başlar. Meksika Komünist Partisi’ne üye olur. Ancak aynı yıl eşi olacak Rivera’nın partiden ihraç edilmesiyle Frida da üyelikten ayrılır.

Bir yandan siyasetle uğraşırken bir diğer yandan da resim yapan Frida uzun süredir hayranı olduğu Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanışır. Çift 1929 yılının Ağustos ayında tüm karşı çıkmalara rağmen evlenirler.

Bu evliliğe şiddetle itiraz eden anne Matilde onların ilişkisini bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetir. Fakat tüm olumsuz eleştiriler Frida’nın umurunda bile olmaz.

Frida’dan 21 yaş büyük olan ve sadakatsizliği ile tanınan komünist ressam çok çapkındır, onu sürekli aldatır.

Ama Frida da boş durmaz evli olduğu sırada Amerikalı fotoğrafçı Nickolas Muray ile bir ilişkiye girer. Muray, Frida’ya körkütük aşık olur ama Frida’nın Diego’dan kopamayacağını anlayarak onu terk eder. Frida Kahlo’nun diğer bir büyük aşkı da Rus devriminin önde gelen isimlerinden biri olan Lev Troçki’dir. Frida evli bir adam olan Troçki’ye bağlanır ama karısının ilişkilerini fark etmesinden sonra Troçki Frida’ dan ayrılır.

Kendi tabiri ile acıların, aşkın ve devrimin kadını olan Frida Kahlo, 1954 yılında 47 yaşındayken akciğer ambolisinden yaşama veda eder. Yaşamının büyük kısmını yatarak geçirdiğini söyleyerek cesedinin yakılmasını ister.

Frida Kahlo, Diego’dan vazgeçme eşiğini şöyle açıklar:

“Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.”

“Her sabah benimle uyanmak istemediğini anladığım zaman vazgeçtim.”

“Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.”

“Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden ‘sen’ olduğun için vazgeçtim.”.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.

 

Türk Sinemasının Çekilen İlk Filminin Başına Gelenler

Türk Sinemasının Çekilen İlk Filmi

Türk Sinemasının1
“Ayestafanos Rus Abidesinin Yıkılışı”

Türk Sinemasının doğum günü her yıl 14 kasım’da kutlanır.

14 Kasım 1914 çekilen ilk Türk Filmi olarak kabul edilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı”nın çekildiği gündür.

Türk Sinemasının İlk filminin konusu ise Rumi 1923 yılına rastladığı için halk arasında 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Rusların Ayastefanos’ta (Yeşilköy) diktikleri anıtın yıkılmasıdır.

Osmanlı-Rus savaşı 24 Nisan 1877’de başladı ve 9 ay 7 gün sürdü.

24 Nisan 1877’de Rusya’nın İstanbul maslahatgüzarı Nelidof , Osmanlı hariciye nazırına Çar’ın harp ilanı notasını verdi. Böylece Osmanlı’nın bir kasaba vermemek için başlattığı ve sonunda birçok eyaletini yitirdiği savaş başlamış oldu.

Rumeli ve Anadolu (Kafkas) cepheleri olmak üzere iki cephede gelişip sonuçlandı.

Bu savaş esnasında tarihimizin en şanlı olaylarından biri olan ve Osman Paşa’nın adını tüm dünyaya duyuran “Plevne Savunması” da gerçekleşmiştir.

Plevne’nin düşmesinin ardından, Dimetoka, Edirne’nin güney doğusundaki Uzunköprü (Ergene), Çorlu, Silivri, Çatalca düşmüştür.

Ruslar Türk toprakları üzerindeki en uç nokta olan Ayestafanos’a (Yeşilköy) kadar geldiler ve orayı işgal ettiler.

Grandük Nikola barış koşullarını dikte etmek üzere genel karargahını burada kurdu.

31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne Mütarekesi ile savaş sona erdi.

Edirne Mütarekesinden sonra Ruslar Osmanlılarla 3 Mart 1878’de şartları hiçbir zaman yerine getirilmeyen Ayastefanos Muahedesini imzaladılar. Ardından bu zaferlerini ölümsüzleştirmek için de Ayastefanos’a bir anıt diktiler.

93 harbi Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden biridir ve ondan sonra gelecek felaketlerin habercisidir.

1912 ile 1913 arası Balkan Savaşları, 1914 ile 1918 arası Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına yol açan savaşlar olmuştur.

Yıkımı Türk Sinemasının ilk filmine konu olan ve yapımına harbin hemen  bitiminde başlanan ve 1891 de bitirilen bu abide Osmanlılarla Ruslar arasında bir dizi politik soruna da yol açmıştır.

Rus mimarisinin özelliklerini taşıyan kesme taştan yapılan üç katlı Abidenin kapsamı geniş tutulmuştur.

Etrafı taş duvarlarla çevrili büyük bir bahçe içinde yer alan bina sadece askeri bir abide değil aynı zamanda bir dini merkez ve hayır kurumu özelliklerini taşımaktadır.

En alt katta savaşta ölen subay ve erlerin kemiklerinin saklandığı bir kısım, ikinci katta rahip odaları yer almaktadır.

Üçüncü katta yer alan kubbe ve üzerindeki Çan’ın boyut bakımından dünyanın dördüncü büyük çanı olduğu iddia edilmiştir.

1914 yılında, yorgun Osmanlı’nın adeta zorla itilerek 1. Dünya savaşına katılması halk arasında büyük bir tepki yaratmıştı. Halkı savaşa ısındırmak ve savaşa girmemizin kaçınılmaz olduğunu anlatmak için büyük bir propaganda faaliyetine girişildi.

Bu bağlamda 14 Kasım 1914’te Fatih Camii’nde Cihad-ı Ekber ilanı yapıldı.

Böylece Müslümanlar bazı Hıristiyanların yanında diğer bazı Hıristiyanlara karşı cihada çağrılıyordu.

Bu arada bir kısım halkta 93 harbinde Ayastefanos’ta dikilen Rus Abidesini yıkmak için yola koyulmuştu.

Ayastefanos’taki Rus Abidesinin yıkılışı ile ilgili az sayıda da olsa yazılı-görsel belge mevcuttur.

Türk Sinemasının ilk filminin konusu Abidenin yıkım evreleri bazı fotoğrafçılar tarafından saptanmıştır.

Bunlardan biri de ilk Müslüman Türk fotoğrafçılardan Resne Fotoğrafhanesi sahibi Rahmizade Bahattin Bey’dir.

Abidenin yıkım evrelerini görüntülemeyi başarmış ve daha sonra da bunları foto-kart hale getirerek satışa sunmuştur.

Abidenin yıkım anındaki bir fotoğrafını da amatör fotoğrafçılarımızdan Ali Enis Oza çekmiştir.

Yazılı belgeler ise birbirleri ile çelişmektedir. Bazı gazeteler abidenin daha önceden tasarlanmış bir günde yıkıldığını, bir başka gazete ise bir rastlantı sonunda yıkılışına karar verildiğini yazmaktadır. Ayrıca yıkımının bir ya da birkaç günde tamamlanmadığı, yıkımının günler sürdüğü de yazılmaktadır.

Abidenin yıkımını gerçekleştiren emekli Yarbay Y. Bahri Doğanay’ın anılarında abidenin yıkılış anının objektifler tarafından saptandığı belirtilmektedir. Ama hiçbir yazıda filme çekildiği söylenmemiştir.

Ama o dönemde bazı otoriteler kötü anılarla yüklü bu anıtın yıkılışının gelecek kuşaklara aktarılmasını arzulayarak filme çekilmesini istemiş ve kayıt işlemini yapacak kişi aranmaya başlanmıştır.

Önce müttefik Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun başkenti Viyana’da yeni kurulan Sacha-Masster Gesellschaft adlı yapım eviyle anlaşılmıştır. Fakat halkın milli duyguları göz önüne alınarak uzun araştırmalar sonunda yedek subaylığını yapmakta olan Fuat Bey (Fuat Uzkınay) bulunmuştur. Fuat Bey sinemanın teknik işlemlerini Türkiye’ye sinemayı ilk kez getiren Polonya asıllı Leh Yahudi’si Sigmund Weinberg’den öğrenmiş ve İstanbul Sultanisi’nde (İstanbul Lisesi) öğrencilere eğitim amaçlı filmler göstermişti. Göstericiyi kullanmayı biliyordu ama alıcıyı hiç kullanmamıştı. Bu sorun da çözülerek Sacha-Messter firması yetkilileri Fuat Bey’e kısa sürede alıcının nasıl kullanılacağını öğretmişlerdir.

Ve Fuat Bey 14 Kasım 1914’de ilk Türk filmi olarak bilinen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmini 150mt film üzerine çekmiştir.

Türk Sinemasını ilk filmi olduğu iddia edilen bu filmin çekilişi kadar çekildikten sonraki durumu da hayli ilginç bir serüvendir.

Fuat Bey’in MOSD (Merkez Ordu Sinema Dairesi) adına çektiği bu film bir süre merkezin depolarında saklandı, çalışanların ifadesine göre birkaç kez gösterildi. Sonra kutulara konuldu ve varlığı unutuldu. Ardından merkez Yıldız Sarayından Ankara’ya taşındı. Ankara’ya üstünde “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmi yazan kutu ulaştı ama içi boş çıktı. Başka kutulara karışmış olabileceği olasılığıyla bütün kutulara tek tek bakıldı, bütün filmler arandı ama film bulunamadı.

Bu ilk film o günden beri gizemli bir biçimde hala kayıp durumda. Film üzerine araştırmalar yapan Sinema Tarihçilerinin ise bu durumla ilgili birçok savları vardır.

[metaslider id=”1677″]

 

“400 Darbe = Les 400 Coups”

400 Darbe = Les 400 Coups

Yönetmen: François Truffaut,

Senaryo: François Truffaut,

Görüntü: Henri Decae,

Müzik: Jean Constantin,

Oyuncular: Jeaane Pierre Leaud, Claire Maurier, Albert Remy

Süre: 94dakika

Menşe: Fransız.

Fransızcada “serserilik yapmak” anlamına gelen “Les 400 Coups” sınırlı bir bütçeyle ve kısıtlı olanaklarla çekilen bir filmdir.

Sinema yaşamına ünlü sinema kuramcısı Andre Bazinin teşviki ile sinema yazarı olarak başlayan yönetmenin de ilk uzun metraj denemesidir.

Truffaut romantizmi’nin bir eseri olan ve beyaz perdenin çocuklar üzerine yapılmış en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen bu doğal, yaşamın kendisi gibi film, ilk gösterildiği 1959 Cannes Film Festivalinde “En İyi Yönetmen” ödülünü alır.

400 Darbe filminin bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden biri de yönetmenin o sıralarda çocukluk geçmişinden çok uzak olamayan 26 yaşında bir genç olmasıdır belki de.

Sorunlu bir çocukluğu anlatan filmin konusu ise kısaca şöyle;

Paris’in kuzeyinde yaşayan Antoine Doinel 12- 13 yaşlarında haşarı bir çocuktur, okulu sevmemekte, annesi ve üvey babası ile sık sık tartışıp Paris sokaklarında arkadaşları ile beraber dolaşarak serserilik yapmaktadır.

Bir gün okuldan kaçıp sokakta avarelik yaparken annesinin bir adam ile öpüştüğünü görür.

Ertesi gün okula gittiğinde mazeret olarak annesinin öldüğünü söyler. Fakat kadın okula gelince gerçek anlaşılır.

Antoine sürekli evden kaçamayı planlamaktadır ama çevresindeki yaşamlar da pek iç açısı değildir; arkadaşı Rene’nin evi de benzer durumdadır, annesi alkolik babası ise at yarışları hastasıdır.

Ardından babasının çalıştığı yerden bir daktilo çalarken yakalanır. Üvey babası onu polise teslim eder.

Islahevine gönderilen Antoine buranın katı kuralları ile bir türlü bağdaşamaz. Kaçarak denize ulaşır ve kısa yaşamını sonlandırır.

Filmin çekimlerinin başladığı ilk gün olan 11 Kasım 1958 de Andre Bazin yaşama veda eder ve Truffaut senaryosu üzerinde birlikte çalıştıkları “ 400 Darbe” yi Bazin’e adar.

Hiçbir star oyuncuyu barındırmadan, alışılagelmiş dramatik anlatım kurallarını unutarak doğal bir anlatımla adeta çekim anında kurgulanan film, Fransız ve Dünya sinemasına gündelik yaşam temalarına dayanan yeni bir sinema anlayışı getirmiştir.

1958-1960 yılları arasında gösterime giren Louis Malle, Claude Chabrol, Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin filmlerinin yanısıra Truffaut’nun bu filmi de “Yeni Dalga” hareketinin bir manifestosudur adeta.

 

[metaslider id=”3565″]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modern Sinema Dönemi’nde Avrupa Sineması  

Modern Sinema Dönemi 1960 -2000

Avrupa Sineması:

Daha 1948’li yıllardan itibaren proje tasarımından yapımcılığa, dağıtımdan gösterime kadar olan zincir içinde aynı şirket tarafından mutlak kontrol gerektiren Hollywood’dun klasik stüdyo yöntemi yalnızca ABD’de değil tüm dünyada iflas etmeye başlamıştı.

Bu sırada Avrupa’da  en önemli olay daha önceleri İngiliz Özgür Sinema Hareketi ile bir benzeri oluşan ve 58 ve 59’larda Clude Chabrol, François Truffaut ve Alain Resnais gibi yönetmenlerin uzun metrajlı filmleriyle gündeme gelen Fransız Yeni Dalga Hareketi’nin ani patlamasıydı.

 

modern sinema2
François Truffaut

 

Polisiye, komedi, kostümlü filmler gibi geleneksel tarzlarını geliştirmeye uzun süre devam eden Fransız sineması asıl başarısını François Truffaut ve arkadaşları tarafında geliştirilen Yeni Dalga Akımının auter filmleri ile yakaladı.

Modern sinema dönemindeki bu hareket 1950’ lerin daha ziyade stüdyo bağımlısı, kontrolcü ana akım geleneğine bir tepki olarak başlamıştı.

Modern sinema döneminde Yeni Dalga akımının yönetmenleri daha esnek senaryo ve kurgu yöntemlerini tercih etmekte idiler. Bu yönetmenler arasında belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz;

modern sinema1
Claude Chabrol

 

Claude Chabrol bu dönemin en fazla film çeken yönetmenlerinden biridir. Genellikle burjuva dönemini ve kadın davranışlarını eleştiren psikolojik gerilim tarzında birçok film yaptı.

“La Femme İnfidele = Sadakatsiz Kadın”, “Les Noces Rouges = Kızıl Düğün”, “Le Boucher = Kasap” gibi.

 

modernsinema4
Eric Rohmer

 

Bu dönemin en yaşlısı Eric Rohmer filmlerinde kendine özgü bir kişisel evren oluşturdu. Rohmer’in de baş konusu kadınlardı. Kadınların özelikle kent ile kır, aile ile kişisellik, iş ile tatil çevrelerinde gidip gelen duygularını, cinsel ihtiyaçlarını ve ahlaki çelişkilerini anlattı. “Ma Nuit Chez Maud = Maud’da Geçen Gecem” gibi.

 

modern sinema5
Alain Resnais

 

Alain Resnas bir belgesel sinemacı olarak işe başlamıştır. Filmlerinde şimdi ile geçmiş, bellek ile imgelem arasındaki gidip gelmelerle yoğunlaşan ve izleyiciyi bilinçaltını araştırmaya yönelten bir biçimsellik gözlenir.

“Hiroşima Sevgilim = Hiroşima Mon Amour”, “La Guerre est Finie = Savaş Bitti”, “Stavisky”, “Melo”, “Amerikalı Amcam = Mon Uncle d’Amerique”, “Hayat Bir Romandır = La Vie est un Roman”.

 

modern sinema3
Louis Malle

 

Louis Malle genellikle Yeni Dalga hareketi ile bütünleştirilen ve tabu konularını işlemeye daima meyilli olan bir yönetmendir.

“L’Ascenseur pour l’echafaud = İdam Sehpası”, “Les Amants = Aşıklar” (genç bir annenin sadakatsizliğini anlatan bu film o dönem bir skandala neden oldu), “Les souffle au Ceouer = Yüreğin Fısıltısı” ( Ensest ilişkiden bahseder), “Lacombe Lucien” (Almanlarla işbirliği yapan Fransızların da sadece bir insan olduğunu anlatır).

Jean-LucGoddard, Jacques Demy, Alain Cavalier de bu dönemin  diğer özgün bir sinemacıları idiler.

 

Gone With The Wind

Gone with the Wind – Rüzgar Gibi Geçti  1939

Yönetmen: Victor Fleming,

Senaryo: Sidney Howard,

Görüntü: Ernest Haller, Ray Rennahan.

Müzik: Max Steiner.

Oyuncular: Vivian Leigh, Clark Gable, Olivia de Havilland, Leslie Howard, Barbar O’neill, Thomas Mitchell, Butterfly McQueen, Ann Rutheford, Victor Jory

Süre: 220 dakika

Menşe: ABD 

Gone With The Wind, Atlanta’lı kadın yazar Margareth Mitchell’ in yine aynı isimli tek romanının uyarlaması olan bu film Hollywood yapımcısı David O’Selznick’in en ünlü projesi ve uyguladığı reklam kampanyaları ile de tam bir yapımcılık başarısıdır.

Kitabın filme alınacağının söylendiği ilk andan itibaren Amerika’da büyük bir heyecan yaratmış olan bu projede artık bir halk kahramanı haline dönüşen Rhett Butler ve Scarlett O’Hara’yı kimlerin canlandıracağı büyük merak uyandırmıştır. Daha sonraları halkın baskısı ile Rhett karakteri için Clark Gable tartışmasız bir isim haline gelmişse de Scarlett bir türlü seçilememiştir.

Bu rol için bir yandan Lucille Ball, Joan Bennett, Claudette Colbert, Bette Davis gibi ünlü isimler tartışılırken bir yandan da ülke çapında yarışmalar tertiplenmiştir. Son dakikada, hatta filmin bazı sahneleri çekilirken, Sir Laurence Olivier’in eşi şöhretini tiyatroda yapmış bir İngiliz aktrist olan Vivien Liegh’in seçimi bomba etkisi yaratmıştır.

Hikaye  Kuzey – Güney arasındaki güç paylaşımının sonucu çıkan Amerikan iç savaşının oluşturduğu fon çerçevesinde geçen bir aşk hikayesi olarak aynı zamanda o dönem Amerikan sinemasının romantik – duygusal örneğini temsil eder.

Zaten daha romanda oluşturulan baş erkek ve kadın karakterleri alışılmışın dışında kişiliklerdir. Bencil, maceracı, para ve kadın düşkünü Rhett neredeyse bir anti-kahramandır.

Scarlett ise genç, güzel, kendini beğenmiş ve şımarıktır. Kırılgan ve asil görünümüne rağmen son derece mücadelecidir amacına ulaşmak için her şeyi yapabilir.

Belki de bu karakterler Avrupalı maceracılar tarafından kurulan Amerika Birleşik Devletleri’ ne aslında en uygun kişiliklerdir de diyebiliriz.

Filmin ikincil kahramanları olan Melanie ve Ashley onlardan tamamen farklı, merhametli tüm ahlaki değerleri üzerlerinde taşıyan ama pek de gerçek olmayan karakterlerdir.

Hikaye güneyin tüm zenginliğini de yansıtır. Uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının yanı sıra görkemli evlerin ve çok sayıda zenci kölenin  oluşturduğu Tara ve 12 Meşeler çiftlikleri filmin diğer karakterleridir sanki.

Bir yandan da vazgeçilemez mülkiyet olgusunun anlatıldığı filmde Scarlett’in tüm mücadeleleri aslında Tara’yı kaybetmemek için verilir.

Gerçek bir aşk ve savaş destanı olan bu film sinema tarihinin en çok izlenen filmi olma özelliğini de taşır.

 

[metaslider id=”2811″]

 

 

“Yurttaş Kane = Citizen Kane – 1941”

Yurttaş Kane 

Yönetmen: Orson Welles,

Senaryo: Herman J. Mankiewicz, Orson Welles,

Görüntü: Gregg Tolland,

Müzik: Bernard Herrmann,

Oyuncular: Orson Welles, Joseph Cotton, Dorothy Comingore, Ray Collins.

Süre: 119dakika

Menşe: ABD

 

“Yurttaş Kane” filmi Orson Welles’in kişiliğinden dolayı daha çekilmeye başlamadan bir olay haline dönüşmüştür.

1915 yılında Wisconsin de doğan Orson Welles’in babası bir yazar annesi ise piyanistti. Annesi 1923, babası ise 1927 de ölen ve Amerikanın dahi çocuklarından kabul edilen ve daha ziyade kendi kendini yetiştirmiş bir kimliği olan Orson’un  kültürü ilk aile çevresinde ve daha sonraları Avrupa ve ABD de etkileşime girdiği bazı kültürel kurum ve çevrelerce şekillendirildi.

16 yaşında okuldan ayrılıp Dublin Gate Theatre da oyuncu oldu.

19 yaşında ilk tiyatrosunu kurup Shakespear oynayan genç adam, radyo da anlatıma dayalı bazı programlar da yapıyordu. 23 yaşında H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı romanından uyarladığı ve radyonun normal yayın akışını keserek verdiği1938 Cadılar Bayramı programı ile Amerikalıları gerçekten Merihli’lerin istilasına uğradıklarına inandırarak ülke çapında panik yarattı.

Daha büyük başarılara imza atmak isteyen Welles Hollywood’a geçerek RKO şirketi ile (kendisine, istediği senaryoyu seçme, istediği bütçe ile çekme ve kurgulama hakkı tanıyan) o döneme göre inanılmaz bir kontrat imzaladı.

Welles in ilk uzun metrajlı filmi olan bu film son derece etkileyici ve güçlü bir kişinin Charles Foster Kane”in  (basın kıralı William Randolph Hearts veya silah kıralı Basil Zaharof’a ait olduğu söylenen) portresini çizer.

Tüm Barok stilizasyonuna, derin odaklanmasına ve karmaşık (sürekli Flash-back’lerle geriye dönülerek) anlatımına rağmen anlatılan daha senaryo aşamasında kurgulanmış bir kişidir.

Film üzerinde ‘girilmez’ yazan Xanadou Şatosu’nun kapısında giren kamera ile başlar ve kamera bizi ölüm döşeğinde yatan adama götürür. Adam son nefesinde elindeki cam topu yere düşürürken ağzından Rose Bud = Gül Koncası sözleri dökülür.

Charles Foster Kane’in ölümünün ardından kişiliği ve yaptıkları hakkında bir haber filmi başlar ve bu film bize onun hayatını özetler.

Daha sonra gazeteci Thompson bu gizemli kişilik ve özellikle son sözleri olan Rose Bud hakkında araştırma yapmak için şatoya gönderilir.

Thompson Kane in hayatında yer alan kişilerle konuşur ve gizemi çözmeye çalışır.

Xanadou Şatosunda yıllar boyu biriken antika mobilyalar, heykeller, tablolar satılmaya veya hayır kurularına bağışlanmaya başlar, bu arada seyirci Kane’ in çocukken bindiği kızağı görür üzerinde Rose Bud yazmaktadır. Kane ölürken çocukluğunu, o dönemdeki saf ve katıksız mutluluğunu hatırlamıştır.

Ne var ki kızağı Thompson göremez ve seyircinin çözdüğü sırrı gazeteci ve dolayısıyla kamu oyu öğrenemeyecektir.

Filmde kullanılan çekim teknikleri, örneğin derin odaklama, daha önce kullanılmışsa da  Welles ve Görüntü Yönetmeni Toland bu teknik ve yöntemleri filmin karmaşık yapısı içinde ustaca birleştirerek yarım yüzyılı aşan bir süredir tartışılan bir film ortaya çıkarmıştır.

Devam edecek…

 

“The Big Blue – Le Grand Bleu” – Sinema Tarihinden Filmler

The Big Blue – Le Grand Bleu,i Türkçe adıyla “Derinlik Sarhoşluğu” filmini hatırlayan kaç kişi vardır acaba?

Yunanistan ve Sicilya denizlerinin derinliklerinde çekilen eşsiz  manzaraları ve  Eric Serra, Bill Conti imzası taşıyan 80’lerin elektronik müziği eşliğinde yönetmen Luc Besson’un şiddet dolu filmleri Nikita ve Léon’dan çok farklı gizem ve romantizm dolu bu film karanlık ve esrarlı bir sona kavuşarak Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac dahil, o dönem kuşağını derinden etkilemiş bir baş yapıt.

Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) ve Enzo Molinari (Jean Reno) , birbirlerini çocukluklarından beri tanıyan iki arkadaştır.

Sicilya’da yaşamakta olan Enzo, serbest dalış rekorunu 6 yıldır elinde bulundurmaktadır ve rakipsizdir.

Peru’da yaşayan Jacques’a haber gönderip kendisiyle yarışmak istediğini söyler.

Sicilya’ya gelen Jacques, arkadaşını kolaylıkla yener. Aralarındaki rekabet sürekli artar ve iki adam, inanılmaz derinliklere dalarlar.

New York’da yaşayan Jacques’ın sevgilisi Johana (Rosanna Arquette), Sicilya’ya gelir ve bu anlamsız savaşın sonlanmasını ister.

Luc Besson başlangıçta filmin kast’ı konusunda çok tereddütte kalmış;

Jacques Mayol rolünü Christopher Lambert ve Mickey Rourke’ a önermiş ve hatta kendisi oynamayı bile düşünmüş, taki Jean-Marc Barr önerilene kadar.

 

the big blue2

 

Ama Besson’un da filmde dalgıçlardan biri olarak bir Cameo rol oynamayı ihmal etmemiş.

THE BIG BLUE 1980’li yılların gişede de en başarılı Fransız yapımı; yalnız Fransada 9,193,873 adet bilet satmış.

Filmin Luc Besson ve Jean Reno’ya getirdiği şöhret malum ama Jean-Marc Barr filmden sonra öyle önemli bir projede yer alamamış ta ki 1991yılında Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’ e rastlayana kadar…

Europa, filmi uzun süreleri bir arkadaşlığın temelini atmış,

Barr, hem Trier’in çocuklarının vatfiz babası olmuş ve hem de Breaking the Waves (1996), Dancer in the Dark (2000), Dogville (2004), Manderlay (2005), The Boss of It All (2006) ve Nymphoomaniac (2013), gibi yapıtlarında rol almayı başarmış.

 

Türkiye’de kısa film’in tarihi

 

 

 

kısa film1
Fuat Uzkınay

 

Kısa film’in tarihi gelişim sürecinde, özellikle belgesel çalışmaları hayli eskiye dayanır;

Lumiere kardeşler kameralarının çektiği ve İstanbul manzaralarını kapsayan “İstanbul Sokakları”  görüntülerinden başlayarak Osmanlı vatandaşı olan Janaki ve Milton Manaki kardeşlerin 1911 yılında çektiği “V. Sultan Reşat’ın Manastır Ziyareti” ve 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği söylenen “Ayastefanos Abidesini yıkılışı” isimli filmlere kadar uzanan hayli eski bir geçmişi var.

Turkiyede kısa film çalışmasına ilk başlayan firma ‘Ipek Film’ dir.

Firmanın bünyesinde senaryo yazarı olarak çalışan Nazım Hikmet ve şehir tiyatrolarının gözde oyuncusu Hazım Körmükçü dört ayrı kısa filme imza atan isimlerdir.

Nazım Hikmet’in ilk denemesi Kavuklu Ali, Zenne Necdet, Naşit Özcan gibi oyuncuları bır araya getiren “Düğün Gecesi/Kanlı Nigâr”, 1933 isimli orta oyunu çalışmasıdır. Diğer iki filmi ise “Istanbul Senfonisi”, 1934 ve “Bursa Senfonisi”, 1934 filmleridir. Hazım Körmükçü ise kendi oynadığı bır Karagöz oyununu baştan sona filme alarak “Yeni Karagöz” isimli bır filme dönüştürmüştür. Bu filmler daha ziyade müzikal – şiirsel diyebileceğimiz sanatsal yaklaşımların ön plana alındığı belgesel nitelikli filmlerdi.

Yine bu dönemlerde iki tanınmış Sovyet sinema sanatçısı Sergei Yutkevich ve Lev Oscarovitch Arnstam Cumhuriyet’ in kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Basın Yayın ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak Türkiye’ye gelip “Ankara Türkiye’ nin Kalbidir” isimli belgeseli hazırlamışlardır.

Ipek filmle aynı yıllarda kısa film çalışmalarına başlayan diğer bır firma da ‘Haka Film’ dir. Üç yıl boyunca yönetmen Kemal Necati Çakuş tanınmış Sovyet yönetmen Ester Schub’la işbirliği yaparak, bilgi ve malzeme toplayıp, “Türk İnkılâbında Terakki Hamleleri” 1934/1937 belgesel filmi çekmişlerdir.

Bır süre yaşanan durgunluktan sonra 1950’li yıllarda hareketlenme başlıyor; Kore savaşı patlamış ve ülke haber – savaş filmlerinin akınına uğramıştır. Seyfi Havaeri “Kore Gazileri”, 1951 ve Kenan Erginsoy “Mehmetçik Kore’de”, 1951 filmlerini çekiyorlar. Halk Film ise “Kore’de Türk Kahramanları”, 1951 filmini hazırlıyor.

Kore filmlerinin ardından Istanbul’un 500. fetih yılı da Atlas Filmin hazırladıği altı bölümlük bır belgeselle kutlanıyor.

1954 yılında Münir Hayri Egeli’nin yapımı “Atatürk Sevgisi” filmi çekiliyor.

Bu dönemin en başarılı belgesellerinden biri de İlhan Arakon’un renkli olarak çektiği  “Bır Şehrin Hikâyesi”, 1954 filmidir. Dönemin en yeni teknikleri kullanılarak oluşturulan güzel görüntülerle İstanbul şehrinin Bizans’ tan bu yana hikâyesi anlatılır.

Bu dönemin belgeselcileri bir nevi aydınlanma hareketinin öncüleri sayılabilecek insanların,  – Sabahattin Eyüboğlu, Mazhar İpşiroğlu, Azra Erhat,Vedat Günyol, Macit Gökberk, Aziz Albek, Melih Cevdet Anday gibi, – oluşturduğu bir gruptan oluşuyordu.

Bu isimler üniversitelerde verdikleri derslerde, yazdıkları makalelerde duygu ve düşüncelerini topluma akatarmaya çalışırken bir yandan da belgeseller üretiyorlardı.

1956 yılı Türk Belgesel Filmleri tarihi açısından önemli bır yıldır;  Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroglu’ nun birlikte hazırladıkları “Hitit Güneşi” belgeseli ‘Berlin Film Festivali’nde belgesel dalında ‘Gümüş Ayı’ ödülünü kazanır.

1959 yılında Sabahattin Eyüboğlu “Surname” isimli güzel bir belgesel daha hazırlar.

Eyüboğlu – İpşiroğlu ikilisi çalışmalarına devam ederler ve cok kıymetli dört belgesel daha üretilirler;

“Antalya Ormanları”, 1956

“Siyah Kalem”, 1957

“Anadolu’da Roma Mozaikleri”, 1959

“Karanlıkta Renkler”, 1959

1950’li yıllarda bazı uzun metraj film yönetmenleri ve yapımcılarının da belgesel çektiklerini görürüz.

Metin Erksan, ‘Ordu Foto Film Merkezi’ için “Dünya Havacıları Turkiye’de”, 1957 belgeselini çekerken, ‘Acar Film Stüdyoları’ nın yöneticisi Şadan Kâmil de ‘Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’ için “Dağları Delen Ferhat” isimli belgeseli çeker. 1959 ‘Karlovy – Vary Film Festlvali’ne de katılan bu ilginç belgesel Anadolu’yu dolaşan bır kamyonun hikayesini anlatır.

O dönemin sinema ortamında hayli etkili olan ‘Ordu Foto Film Merkezi’ komutanı Albay Nusret Eraslan da ordu mensubu subayların ve ailelerinin günlük yaşamını anlatan “Şanlı Ordumda Bır Sene” isimli belgesel filme imza atan resmi bir isim olur.

Metin Erksan’in çektiği diğer bır belgesel de kendi kaynaklarını kullandığı “Nehir ve Uygarlık/Büyük Menderes Vadisi”, 1959 isimli filmdir.

 

RSS
Follow by Email