Lady Gaga ve Bradley Cooper

Lady Gaga ve Bradley Cooper

 

Lady Gaga

 

Lady Gaga, 32 yaşında ününün zirvesindeki bir popikonu ve son dönemlerin 43 yaşındaki popüler aktörü Bradley Cooper “A Star is Born – Bir Yıldız Doğuyor” isimli filmde bir araya geldiler. Film alkolik rock star Jackson Maine ile şöhrete ulaşmak için çabalayan şarkıcı ve şarkı yazarı Ally arasındaki ilişkiyi hikaye ediyor. Film süresince Jackson’un bağımlılığı ve çöküşü artarken Ally de super starlık basamaklarında hızla yükseliyor. Daha önceleri üç kez filme çekilmesine, öykü kıtlığı yaşayan Holywood için Clint Eastwood ve Beyoncé gibi ünlü isimlerin göz diktiği bir proje olmasına rağmen Cooper’un bir çok yakın arkadaşı bu filme girişmemesini önermişler. Fakat “American Sniper”, “American Hustle”  filmlerinin başarılı aktörü bu filmin çocukluk anılarının bir tatmini olacağını söyleyerek işe girişmiş.

Cooper 8 -19 yaş aralığında şarkı yazıp, yazdığı şarkıları da kendi söylüyormuş.

Ayrıca yine çocukluğundaki en büyük amacının başarılı bir yönetmen olarak Holywood tarihine adını yazdırmak olduğunu söylemeye gerek yok.

Cooper, Eric Roth ve Will Fetters ile birlikte filmin senaryosunu da yazmış. Hikaye Coachella ve Glastonbury gibi gerçek festivallerde çekilen elektrik performanslarla zenginleştirilen duygusal rock sahneleri ile yeni bir şekle bürünmüş ama 1937 yılından beri çekilen diğer versiyonlarında olduğu gibi bu 4. Versiyon da bir kadın hikayesi gibi görünen trajik bir erkek hikayesi olmaktan kurtulamamış.

Filmin ilk versiyonu Janet Gaynor ve Fredric March baş rollerde olmak üzere 1937 yılında çekilmişti. İkincisi Judy Garland ve James Mason ile 1954 yılında, üçüncü ise Barbra Streisand ve Kris Kristofferson ile 1976 da.

Lady Gaga Cooper’a ona inanıp bu projede yer verdiği ve oyuncuğuna çok şey kattığı için teşekkür ediyor ve bir yönetmen olarak yere göre koyamıyor.

Dünya prömiyerini Venedik Film Festivalinde yapan film’in şimdiden erkek ve kadın oyuncu kategorilerinde ödüllere aday olacakları büyük olasılık ve tüm kritiklerin kabul ettiği gerçek de Lady Gaga’nın artık sadece bir şarkıcı değil aynı zamanda bir oyuncu olduğu.

Lady Gaga ve Bradley Cooper ikilisinin film boyunca özellikle bir arada oldukları sahnelerde müthiş bir elektrik yaydıkları tartışmasız ama bazı eleştirmenler asıl aşk hikayesinin aktör Bradley Cooper ile yönetmen Bradley Cooper arasında olduğunu söylüyorlar. Lady Gaga’nın şarkıları kesinlikle dominant ama bir aktris olarak parladığı her sahnede nedense kamera ondan uzaklaşıyor. Yönetmen Cooper, aktör Cooper’un canlandırdığı karakterin o klasik erkek hikayesinden fazla uzaklaşmasını istememiş olsa gerek !!!

“A Star is Born- Bir Yıldız Doğuyor”

Yönetmen: Bradley Cooper

Tür: Drama, Romans, Müzik, Müzikal

Rating: R

Runtime: 136 dak.

Oyuncular: Alec BaldwinAndrew Dice ClayAnthony RamosBonnie SomervilleBradley CooperD.J. ‘Shangela’ PierceDave ChappelleEddie GriffinGreg GrunbergLady GagaMarlon WilliamsMichael HarneyRafi GavronSam ElliottWillam Belli

 

[metaslider id=”3834″]

 

 

 

Damien Chazelle ve Kariyerinin Önlenemeyen Yükselişi

Damien Chazelle

son on yılın10
“La La Land” (2017) – Linus Sandgren

 

Damien Chazelle 2013 yılı başlarında yazıp yönettiği “Whiplash” isimli 18 dakikalık kısa filminin Sundance Film Festivalinde prömiyerini yapmak için uğraş veren tanınmamış genç bir yönetmendi.

Festival’de Kısa Film Jüri Özel Ödülü’nü kazanmasının ardından sponsorların ilgisini çekti ve bir sene sonra  “Whiplash” ın uzun metraj senaryosu elinde Park City’e geri döndü. İki sene sonra,15 şubat 2015’de, aynı filmle En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar adayıydı.

Bu başarının ardından caz piyanisti (Sebastian) ile genç bir aktris (Mia) arasındaki aşkı anlatan ve görüntü yönetmeni Linus Sandgren tarafından görüntülenen Technicolor stili müzikal drama “La La Land – Aşıklar Şehri”, yönetmenin müziğe ve sinemaya duyduğu aşkın bileşimi olan bir baş yapıt olarak izleyici karşısına çıktı. Bu filmle Chazelle’e En İyi Yönetmen dalında 2016 Oscar’ını kazandırdı.

Böylece Chazelle o güne kadar bu ödüle hak kazanan en genç yönetmen oldu.

$30 milyon bütçe ile çekilen 128 dakikalık film toplamda 6 Oscar (En İyi Kadın Oyuncu, Yönetmen, Sinematografi, Müzik, Prodüksiyon Tasarımı), 249 adaylık, 212 ödül kazanırken, Dünya Çapında $446 milyon hasılat yaptı.

Chazelle “Whiplash” filminde işlediği kesikli sert öğeler taşıyan konunun (müzikte doğru ton, zor ve hızlı ritm arayışındaki J.K Simmons’un canlandırdığı mükemmeliyetçi profesör Terrence Fletcher’in öğrencisine uyguladı baskı ve zorlama, yarattığı gerilim ve öğrencinin duyduğu acı, umutsuzluk, öfke, bageti davula vururken ellerinin kanaması vs) gerektirdiği kinetik kurguyu sağlayabilmek için digital çekim yaptığını söyledi.

“La La Land” in ise bunun tam aksi bir film olduğunu, konunun romantizmini ve zaman atmosferini yakalayabilmek için uzun çekimler, yavaş akan hareketlerle gelişen ve bir dönemin MGM müzikallerini andıran masalsı bir film ortaya çıkarabilmek adına 35mm film kullanmaya karar verdi.

Kullanılan kamera, Chazelle’in seçimi olan ve 2004 yılından beri film çekimlerinde kullanılmakta olan Panavision XL2.

Film kullanmak çekimlere iki yönden kolaylık sağlamış;

  • Netlik derinliği ile oynanarak belirli karelerde daha yumuşak ve flu bölgeler yaratılıp izleyicinin ilgisi belirli sahnelerde istenen noktalara odaklanılmış,
  • Filmin digital’den daha geniş olan poz aralığı sayesinde az veya fazla pozlanma olasılığı olan görüntü bölgelerinde daha fazla detay ve canlı renkler elde edilebilmiş.

Chazelle kameranın bir müzik enstrümanı gibi hareket etmesini, yani şarkı söylemesini istiyormuş. Böylece kamera belli bir ritim içinde hareket ederek izleyiciye hissettirmeden filmin dans ve şarkılarına katkıda bulunabilecekmiş.

Filmin dans sahneleri başlı başına emek ve dikkat gerektiren sahneler.

Geniş alan gerektiren hareketli dans sahnelerinde kameranın da aynı alanı paylaşarak, onlarla birlikte, hem yatay ileri-geri, sağa-sola, hem de düşey aşağı-yukarı hareket etmesi ve tüm bunları tek çekimde ışığı kaybetmeden başarabilmesi hayli zorlu bir uğraş olmuş.

David O. Russell’ın son dönem filmleri “American Hustle – Düzenbaz” ve “Joy – Joy” dan tanıdığımız görüntü yönetmeni Linus Sandgren, işte bu sahnelerde kamerayı bir müzik enstrümanı gibi kullandıklarını hissettiğini söylüyor.

Damien Chazelle ile Ryan Gosling‘in yeniden bir araya getiren ve astronot Neil Armstrong’un biyografisine dayanan “First Man” ise  bu yıl 75.’si düzenlenen ve 8 Eylül 2018 tarihine kadar sürecek olan Venedik Film Festivali‘nin açılış filmi oldu.

Film Türkiye’de 12 Ekim 2018 tarihinden itibaren seyirciyle buluşacak.

 

 

 

Rıhtımlar Üzerinde = On the Waterfront – 1954

Rıhtımlar Üzerinde = On the Waterfront – 1954

Yönetmen: Elia kazan,

Senaryo: Budd Schulberg,

Görüntü: Boris Kaufman,

Müzik: Leonard Bernstein,

Oyuncular: Marlon Brando, Eva Marie Saint, Lee J. Cobb, Rod Steiger, Karl Malden, Pat Henning

Süre: 108 dakika

Menşe:ABD

New York doklarında gerçek mekanlarda çekilmiş olan bu filmde liman işçileri sendikasına hakim olan gangsterlere karşı savaşa giren ve kardeşinin öldürülmesinden sonra onları polise teslim eden bir işçinin hikayesi anlatılır.

Terry Mallon (Marlon Brando) ağır şartlarda liman işçisi olarak çalışan eski bir boksördür. Limanın işletmeciliğini yapan  Johnny Friendly  (Lee J. Cobb) ise aslında illegal bir çetenin lideridir.

Johnny Friendly’nin emriyle Terry’nin çocukluk arkadaşı Joey Doyle öldürülür ve Terry istemeden de olsa cinayete karışmıştır. Terry’nin abisi Charley (Rod Steiger) Liman Patronu Friendly ile işbirliği yapınca, Terry Mallon liman işçilerini bir araya getirip büyük bir ayaklanma başlatır.

Öte yandan, Terry öldürülen arkadaşının kız kardeşi Edie Doyle (Eva Marie Saint) ile flört etmeye başlar. Bu yakınlaşma Terry’nin vicdanını sorgulamasına sebep olur.
Papaz Barry’nin (Karl Malden) de desteğiyle Terry mevcut düzene karşı savaş açar…

Elia Kazan ve Lee Strasberg’in kurduğu Actors Studio’dan gelen oyuncuların olağanüstü oyunundan, siyah-beyaz görüntülerin filme yaptığı estetik katkıdan ve müziğin’den  büyük ölçüde yararlanan bu film kalabalık sahnelerdeki oyuncuların ustalıkla yönetimiyle de göze çarpar.

Rıhtımlar Üzerinde – On The Waterfront dönemin Sosyal ve Ekonomik yapısının anlaşılması bakımından  önemli bir filmdir. Ayrıca dönemin politik gerilimini de gözler önüne serer. Filmin yönetmeni  Eli Kazan bu karanlık dönemden nasibini alan bir isimdir.

Rıhtımlar Üzerinde filmi yönetmenin bu karanlık ve talihsiz bir dönemine denk gelir.

Amerikan siyasal yaşamının önemli bir periyodu olan Mc Carthy soruşturmaları sırasında bir zamanlar gönül ve eylem birliği yaptığı solcu arkadaşlarını kurulan komisyona ihbar ettiği suçlaması ile karşılaşan, basın ve sanat çevreleri tarafından dışlanan yönetmen film yapmakta zorlanmaktadır. Yine kendisi gibi ihbarcılıkla suçlanan Budd Schulberg’in senaryosu bir umut ışığı olur. Terry karakterini canlandırması için ilk önce Frank Sinatra’ya teklif götürülür fakat Sinatra, Elia Kazan ile çalışmak istemediğini söyleyerek rolü geri çevirir.

Film büyük başarı yakalamasına rağmen eleştirmenler tarafından iki ihbarcının kendilerini temize çıkarma çabası olarak görülür.

Rıhtımlar Üzerinde 12 dalda Oskar adayı olur, en iyi film, yönetmen, senaryo, görüntü, aktör, aktris ve kurgu ödüllerini toplar.

Filmin aynı zamanda bir Marlon Brando filmi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önceleri Kazan hakkındaki dedikodulardan dolayı rolü kabul etmek istemeyen aktör bu filmde tüm eleştirmenlerce göklere çıkarılan olağan üstü bir oyunculuk sergilemiştir.

1924 yılında Nebraska’da doğan aktörün annesi bir oyuncu idi. Oyunculuktan nefret eden babası Marlon’u  askeri akademiye yazdırdı. Kısa sürede okuldan atılmayı başaran Marlon New York’a gelerek “Actors Studio” ya girdi. Önceleri sinema oyunculuğunu küçümsediğini söyleyen aktör ilk çıkışını yine Elia Kazan’ın yönettiği İhtiras Tramvayı oyunu ile Broadway de yaptı.

Fakat kısa sürede sinemaya yönelerek ardı ardına Erkekler, İhtiras Tramvayı, Viva Zapata, Vahşi Genç gibi başarılı filmler çevirdi.

Kırık burnu, vahşi tavrı ve hafif kısık sesi ile çizdiği hayvani cazibe onu savaş sonrası dönemin en ünlü ve aranılan aktörü yaptı. Yeni gelen her erkek oyuncu ona benzemeye çalıştı. Sonraki yıllarda Dean, Pacino, Newman, De Niro  gibi büyük isimler onun gölgesinden kurtulmak için büyük mücadele vermişlerdir.

[metaslider id=”3352″]

 

 

 

Cennetin Çocukları = Les Enfants du Paradis – 1945, sesli sinemanın 1930-1960 dönemine damgasını vuran filmler

Cennetin Çocukları = Les Enfants du Paradis – 1945

Yönetmen: Marcel Carnet,

Senaryo: Jacques Prevert,

Görüntü: Roger Hubert,

Müzik: Maurice Thiriet,

Oyuncular: Arletty, Jean-Louis Thiriet, Marcel Herrand, Maria Casares

Süre: 195 dakika

Menşe: Fransız

Romantik sinemanın Anglo-Sakson baş yapıtı olan “Cennetin Çocukları” özellikle Fransızlar için zamanın ötesinde değişmeyen bir yerde durarak önemini hiç yitirmemiştir.

Savaş sırasında ünlü ozan Jacques Prevert ile yaptığı iş birliği sonucunda Şiirsel Gerçekçilik akımının doğmasına da yol açan yönetmen Marcel Carnet’in bir baş yapıtı olan bu film çok zengin bir oyuncu kadrosuna sahiptir.

Filmin tarihi bağlamda taşıdığı önemin yanısıra aşk, cinayet ve gerilim öğelerini de taşıması seyirciye hitap eden önemli özellikleridir.

Hayli uzun bir süreyi kaplayan hikayede Paris’de hayatını bildiği gibi yaşayan güzel Garance ile çevresinde yer alan kendisine aşık erkekler arasındaki ilişkiler anlatılır.

“Cennetin Çocukları” filminin başlangıç sahnesi ve anlatım tekniği tiyatrodan fazlasıyla esinlenmiştir. Özellikle açılış sahnesi 19. yüzyıl Fransa’sının klasik bir prototipi olarak kabul edilir.

Filmin son sahnelerinde bu panaromik bakış açısına geri dönülür.

Bu tarz bir bakış açısı ve sahnelerde yer alan binaların perspektiflerini derinlik etkisi yaratacak şekilde ayarlayan çekim teknikleri Marcel Carne’nin yönetmenlik hayatındaki ününü yaratan anlatım dilini oluşturmuştur.

1830’lu yılların Paris’inin öykünün geçtiği bölgesi her türden sanatçıların, cambazların, yankesicilerin, hayat kadınlarının, azılı katillerin yer aldığı canlı, neşeli ve aynı zamanda tehlikeli bir yöredir. Genç oyuncu Frederick, pantomimci Baptiste, yazar ama doğuştan katil Lacenaire, Garance ile ilgilenen erkeklerdir.

Garance ise ilişkiye girdiği bir Kont ile Paris’ten ayrılır ve altı sene sonra çok zengin bir kadın olarak geri döner.

“Cennetin Çocukları” Filminin ikinci bölümünde bu dönüş anlatılır.

Tiyatrocu Frederick ve Pantomimci Baptiste ünlü olmuşlar, bu arada Baptiste kendisine aşık Nathalie ile evlenmiştir.

Kadının geri dönüşü eski ilişkileri yeniden alevlendirir.

Artık kayıtlı bir suçlu olan Lacenaire Garance’ın hamisi kont’u öldürürken, kadın gerçek aşkı olan Baptiste ile geçirdiği tek gecenin ardından onu çocuklarına ve karısına bırakarak kaçar.

Arletty, filmin romantik kadın kahramanı Garance rolünde ünlendiğinde zaten Fransız sinema ve tiyatrosunun en popüler kadın oyuncusu idi.

Arlette-Leonie Bathiat sinemaya girmeden önce sekreter olarak çalışıyordu ve zaman zaman ressam ve fotoğrafçılara poz veriyordu. 1920 yılında ilk kez tiyatro sahnesine çıktı. 1930 yılından itibaren de filmlerde rol almaya başladı.

Piyasaya çıktığında büyük bir başarı yakalayan bu film Arletty için şansız bir dönemin de başlangıcı oldu. Savaş sırasında bir Alman subayı ile yaşadığı ilişkiden dolayı tutuklanıp hapis yatarak sinemadan üç sene uzak kaldı. Ardından tekrar çalışmaya başladıysa da eski şöhretini yakalayamadı.

 

[metaslider id=”3276″]

 

 

Bisiklet Hırsızları ve Vittorio De Sica, SESLİ SİNEMA’NIN 1930-1960 DÖNEMİNE DAMGASINI VURAN  FİLMLER

Bisiklet Hırsızları

Ladri di Biciclette – 1948”

Yönetmen: Vittorio De Sica,

Senaryo: Cesare Zavattini,

Görüntü: Carlo Montuori, Müzik:Alessandro Maggiorani,

Oyuncular: Lamberto Maggiorani, Enzo Staiola.

Süre: 90 dakika

Menşe: İtalya

1927-1950 yılları arasında yer alan dönem dünyanın her açıdan zorlu bir sürecidir. Amerika’da patlak veren ekonomik kriz, ardından İkinci Dünya Savaşı’na zemin hazırlayan aşırı milliyetçi görüşler, dünyanın her köşesini değişik açılardan etkisi altına alırlar. Ama her zorlu dönem bir anlamda sanatsal yaratıcılığı körükleyen bir etkendir. Sinema alanında hâkim olan “Neo-realismo” (İtalyan Yeni Gerçekçiliği) de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra filizlenmeye başlayan bir akımdır. Temelini Fransa’nın “Réalisme Poétique” (Şiirsel Gerçekçilik)” akımı oluşturur.

Şiirsel Gerçekçilik, 1930’lu yılların başında Fransız sinemasında ortaya çıkmış ve etkisini, İkinci Dünya Savaşı’na dek sürdürmüştür. Fakat 1920’lerde Fransız sinemasına hakim olan romantik bakış açısı ve içerikten çok görselliğe önem veren anlatım tarzı Avrupayı etkisi altına almaya başlayan ekonomik çalkantı ve savaşın yaklaştığını haber veren faşist eğilimler ile yüzleşince sinemanın sosyal gerçekçiliğe olan yönelimi güçlenmeye başlamıştır.

İtalyan sinemasında ise bu akımın en büyük temsilcisi “Bisiklet Hırsızları- Ladri di biciclette” adlı filmiyle Vittorio De Sica’dır.

Vittorio De Sica uzun kariyerine 1910’lu yılların başında çocuk oyuncu olarak başladı ve 150 ye yakın filmde oyuncu olarak yer alırken,30’a yakın filmi yönetti.

İtalya dışında en çok “Bisiklet Hırsızları” nın yönetmeni olarak tanınan Vittorio De Sica  bu filmi olgunluk dönemi diyebileceğimiz yıllarında çekti. Hollywood’un filmin başrolünde Gary Grant’ın oynaması önerisini reddeden De Sica amatör bir oyuncu olan Lamberto Maggiorani ve çocuk oyuncu olarak yine hiç tanınmamış ve bu filmden sonra ortadan kaybolan küçük Enzo Staiola ile anlaştı .

De Sica’nın büyük başarısı belki de bu profesyonel olmayan oyuncuları kullanışındaki doğallık ve sıcaklıktan gelir.

Filmde bir anlamda umudu temsil eden çocuk ancak alt tabakada yetişmiş bir birey olursa böyle başarılı bir yorumda bulunabilirdi. Zaten “Yeni Gerçekçilik” akımının ürünü olan filmlerin çoğunda profesyonel oyuncuya rastlamak hayli zordur.

Film savaş sonrası fakirlik ve sefaletin sürdüğü Roma da geçer.

İki yıldır işsiz olan Antonio Ricci nihayet bir iş bulur; afiş yapıştırmak, ama bu işi yapabilmek için bir araca ihtiyacı vardır, bir bisiklete.

Bir gün Ricci’nin yaşam kavgasının aracı olan bisikleti çalınır. Bisikleti ile beraber tüm umutları gitmiştir. Hırsızı bulmak için oğluyla beraber tüm Roma’yı aramaya başlarlar.  Bulduğunda ise onunda kendi gibi sistemin kurbanı bir zavallı olduğunu görür. Çaresiz kalan Ricci’de bir bisiklet çalar ama beceriksizliğinden yakalanır. Mahalle sakinleri ve polis tarafından kovalanırken yaşama dair tüm umutları da sönmüştür.

Bisiklet Hırsızları filmi dünyanın en çok tanınan ve izlenen filmlerinden biridir.

Bunda savaş sonrası dönemi yaşayan insanların kendi sorunlarını bu filmde bulma ve yaşayabilme gerçeğinin büyük rolü vardır.

Tüm karamsar yapısına rağmen insanlara umut aşılayabilme özelliğini de bünyesinde taşıyan bu hümanist film sinema sanatının baş yapıtlarından biridir.

 

[metaslider id=”3241″]

 

 

 

“Raşomon” ve Akira Kurosawa

Raşomon

“Raşomon – Rashomon”, 1950

Yüönetmen: Akira Kurosawa, Senaryo: Akira Kurosawa, Görüntü: Kazuo Matsuyama, Müzik: Takashi Matsuyama, Oyuncular: Toshiro Mufine, Machiko Kyo, Takashi Shimura

Süre: 83dakika

Menşe: Japon

Gerçek bir samuray ailesinden gelen Akira Kurosawa, 1910 yılında Tokyo’da doğdu. Askeri akademide savaş sanatları öğretmeni olan babasının disiplini altında yetişti. Kendo, eskrim, gibi savaş sanatları eğitiminin yanısıra, meditasyon, resim ve kaligrafi eğitimi gördü.

Akira Kurosawa kariyerine metin yazarı ve sessiz film yorumcusu olarak başladı. Ardından Tho Film Şirketinde yönetmen yardımcılığı yapıp senarist olarak çalıştı. 1943’te senaryosunu yazmış olduğu “Sugata Sanshiro-Judo Destanı” adlı film ilk yönetmenlik denemesidir. Film, Japon sansürü tarafından ‘İngiliz-Amerikan’ yanlısı bulunarak yasaklandığı gibi İkinci Dünya Savaşının ardından Amerika’da gösterilmek istendiğinde feodal fikirleri övdüğü gerekçesiyle Amerikan Sansür Kurumu tarafından da yasaklandı.

Gerçek çok değişkendir, görecedir, kişilere ve çıkarlara, bakış açılarına, insanların görmek istediklerine göre değişir.  Olayı dinleyen yabancının da dediği gibi “insanlar hoşlanmadıkları şeyleri hemen unutmak isterler…”

“Raşomon”, dört ayrı bakış açısını kullanarak kurgulanan senaryosu ile tek gerçekten yola çıkarak sayısız gerçeğe ulaşmaktadır. Bu, “tek gerçek” inancına dayanan batı ussallığını da bir anlamda yadsıyan bir durumdur.

Film belirsiz bir dönemde, Kyoto kenti yakınlarındaki Raşo Tapınağı önünde başlayan bir öyküyü anlatır. Alacakaranlıkta, çok şiddetli yağmur altında bir rahiple bir yabancının yanına gelen oduncu inanılmaz bir öykü anlatır; ormanda çevreyi haraca kesen bir haydut bir Samuray’ı esir almış karısına tecavüz ettikten sonra onu öldürmüştür.

Düşsel bir mahkemenin önünde oduncu, haydut, tecavüze uğrayan kadın ve ölen Samuray’ın ruhu her biri olayı farklı şekilde anlatacaklardır.

Japon edebiyatından iki öyküyü iç içe geçirerek sinemaya uyarladığı “Raşomon – Rashomon”un, 1951 yılında Venedik Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ seçilip Altın Arslan’ı, ardından ‘En İyi Yabancı Film’ kategorisinde Oscar ödülünü alması, Akira Kurosawa‘nın, o ana kadar hiç bilinmeyen Japon sinemasını dünyaya tanıtan yönetmen olarak adlandırılmasını sağladı.

Akira Kurosawa’nın en büyük başarısı- bazı yerel kritikler tarafından eleştirilse de – yetiştiği öz  kültüre körü körüne bağımlı olmayan doğal ve evrensel bir anlatım tekniğini filmlerinde kullanmasıdır. Böylece gerektiğinde klasik Batı edebiyatının – Dostoyevski, Gorki, Shakespeare gibi – ünlü yazarlarının klasiklerini sinemaya aktarma yeteneğine kavuşur. Kurosawa, aynı zamanda Japon Kabuki tiyatrosundan eserleri, Noh sahne tekniği ve müziğini sinemaya uyarlamıştır.

Kurosawa’nın filmlerinde kamera ve kurgu büyük bir önem taşır.  Çekimlerinde görüntüyü farklı açılardan yakabilmek ve hikaye anlatımı bağlamında en iyi çekimi kullanabilmek amacıyla aynı anda birkaç kameranın birden kullanılması esastır. Adeta sette uygulanan bir cins kurgulama gibi uzun çekimlerle yapılan görsel anlatım günümüz görüntü yönetmenlerinin de son dönem filmlerde başvurmaya çalıştığı bir yöntemdir. İlk yapıtlarında bile gözlemlenen bu özgün biçimsel anlatım Akira Kurosawa adını o dönemden bugüne dünya sinemasının en çok bilinen isimlerinden biri haline getirdi ve yönetmen her biri evrensel anlamda baş yapıt sayılan birçok film üretti.

1990 yılında, 80 yaşında ömür boyu ‘Onur Oscarı’yla ödüllendirilen Kurosawa 1998’ de hayata gözlerini yumdu.

[metaslider id=”3184″]

Öldüren Aşk’ın Filmi ‘Mavi Melek-Blue Angel’

Öldüren Aşk, SESLİ SİNEMA’NIN 1930-1960 DÖNEMİNE DAMGASINI VURAN  FİLMLER:

 “Mavi Melek = Der Blaue Engel – 1930”

Yönetmen: Josef von Sternberg, Senaryo: Robert Liebmann, Karl Zuckmayer, Karl Vollmoeller, Görüntü: Günther Rittau, Hans Scheeberger, Müzik: Frederic Hollander, Otto Hunte, Emil Hasler,  Oyuncular: Emil Jannings, Marlen Dietrich, Kurt bGerron

Süre: 98 dakika

Menşe: Almanya.

öldüren aşk filmi 4
Mavi Melek Poster

 

Sessiz sinemanın etkisini tümüyle yetirdiği bir dönemin başlangıcında çekilen bu Alman filmi İngiltere ve özellikle Amerika’da büyük yankılar uyandırmıştır.

Ünlü yazar  Heinrich Mann’ın romanından uyarlama olan bu öldüren aşk  filmi o sıralarda ABD’de yaşayan ve Alman Kara Film’lerinin Amerika’daki ilk uygulamalarını gerçekleştiren yönetmen Sternberg’e memleketinden gelen bir öneri olarak sunuldu.

Alman dışa vurumculuğunun doğurduğu bir stil olan Kara Film-Film Noire, adından da anlaşılacağı gibi oldukça karamsar bir dünya görüşünü yansıtır.

Konular, genellikle kötü yazgısına boyun eğen bir anti-kahraman, toplumun genel ahlak yapısına uymayan bir kadın karakter (femme fatale) ve diğer suçluların çevresinde geçer.

Acı ve çelişkili durumlar, öngörülemeyen tehlikeler, geriye dönüşler, şiddet, erotizm, ihanet ve iç karartıcı sonlar kara filmlere damgasını vurmuştur.

Bu üslup, dışa vurumculuğun gerçekliği ne şekilde ele aldığını da gösterir. Işık ve gölgenin belirgin karşıtlığına rağmen ayrılmaz birlikteliği, gerçeğin kötülük ve tehlikelerden arınamayacağının işaretidir.

Canlılarda olduğu kadar dekorda da kullanılan keskin gölgeler bu savı doğrular.

Dışa vurumculuk’ta ışık ve gölge ile yaratılan karamsar hava, gerçekliği iyiyle kötünün, aydınlık ve karanlığın sürekli olarak çarpıştığı bir kabus gibi algılatır.

Zaten çoğu dışa vurumcu film, deliliği ve insanı yıkıma götüren hırs ve tutkuları konu alır.

Proje için düşünülen isimler, filmin de büyük ölçüde başarısını borçlu olduğu müthiş oyuncu Emil Jannings ve Brigitte Helm idi.

Almanya’ya giden Sternberg orada 30’lu yaşlarına merdiven dayamış ve oynadığı filmlerle henüz başarıyı yakalayamamış olan Marlene Dietrich ile tanışır.

Erkekleri etkileyerek yok edişe sürükleyen vamp kadın Lola-Lola rolünü büyük bir sürpriz yaparak ona verir. İkilinin yedi yıl sürecek olan duygusal beraberlikleri de böylece başlamış olur.

Öldüren aşk ve buna bağlı bir yok oluş hikayesini anlatan filmin konusu ise kısaca şöyledir;

Bir gece kulübünde şarkı söyleyen Lola-Lola  Profesör Unrat ile tanışır ve onun saygın kişiliğinden etkilenerek bir nevi hami olarak algılarken Profesör Unrat Lola-Lola’ya şehvetli bir aşk ile bağlanacaktır.

Bir aşk ve baştan çıkarma öyküsünün anlatıldığı filmin sonunda Unrat tüm bu saygın kişiliğini ayaklar altına alarak kaçınılmaz bir yok oluşa sürüklenecektir.

Alman sinemasının o dönemlerde çok düşkün olduğu düşüş, yok oluş ve mazoşizm temalarını  işleyen bu filmin kostüm ve dekorları da çok başarılıdır.

Müzikleri ise tüm dünyayı dolaşmış ve hala günümüzde de dinlenmektedir. Dietrich’in erkeğin cinselliğinin kullanılarak aşağılanmasına aldırmayan femme fatale rolü sinemayı yıllar boyu etkilemiştir.

 

[metaslider id=”3094″]

 

 

Sahne, Çekim, Sekans

Sinema Filminde sahne, çekim, sekans nedir?

Rönesans döneminde Avrupalı ressamların perspektifi keşfetmesi ile iki boyutlu bir ortam olan tuval üzerinde üç boyutlu gerçekliği oldukça doğru bir şekilde resmedebilmek mümkün olmuştu.

Fotoğrafçılık otomatik olarak insan görüşüne benzer tarz da görüntü kaydı yaparak anlık realiteyi daha gerçekçi bir şekilde yakalar.

Fakat sinema bu yanılsamayı bir kademe daha ileri götürerek görüntüleri o anda oluyormuş gibi yansıtır ve biz bu perdeye yansıyan görüntüleri izlerken üç boyutlu gibi algılayarak resimsel uzamla bütünleşiriz.

İşte bu canlandırma işleminde olaylar şekillenirken materyaller değişik fikirler çerçevesinde an be an değerlendirilerek olaylar silsilesi belirli bir devamlılıkla sunulur.

Böylece bir filmi oluşturan çekimler ortaya çıkar.

Bir sinema filmi olayları değişik bakış açılarından resmeden ve sürekli değişen görüntüler dizisidir diyebiliriz.

Sahne: 

Sahne terimi ile oyunun oluşturulduğu yer ve dekor tanımlanır. Film öyküleri bir durumun anlatılmasından, bir çatışmanın gelişimine, oyunu sonuçlandıran bir doruk noktaya doğru sahne sahne gelişen bir yapıya sahiptir.

Tüm sahneleri üç grupta toplayabiliriz;

  • Aksiyonun olmadığı diyaloglu sahneler,
  • Aksiyonun olduğu diyaloglu sahneler,
  • Diyalogsuz aksiyonlu sahneler.

Şüphesiz bunlar basite indirgenmiş durumlardır. Film çekiminde çok daha karmaşık durumlarla karşılaşabiliriz. Oyuncular diyalog halindeyken hareket etmeyebilirler ama içinde bulundukları tren, uçak, otomobil gibi bir araç ve onu izleyen kamera hareketli olabilir.

Oyuncular konuşurlarken hareket ediyorlarsa onları izleyen kamera sabit kalabilir veya hareket edebilir. Ya da bir anlatıcının sesi veya karakterlerin düşünceleri çerçeve içindeki aksiyonlarına eşlik edebilir vs.

Çekim:

Çekim tek bir kamera ile kesintisiz olarak kaydedilen sürekli bir izleme demektir. Çekimin uzunluğu kameranın durdurulmadan pozladığı filmin uzunluğu ile sınırlıdır.

Her çekim bir çevrim’dir.  Çekim kesilmeyen bir akıcılıkta, kendi bütünlüğü içinde veya parçalara ayrıldıktan sonra diğer çekim parçaları ile birleştirilerek kullanılabilir. Sahnelenen olay bütünüyle veya bölümler halinde aynı ya da değişik yerlerden tekrarlanarak çekilebilir.

Aynı dekorda yapılan aynı oyuna ait çekimler tekrar çekimleridir.

Eğer dekor, kamera açısı, kamera objektifi, kamera yeri, veya hareketler değişirse bu artık tekrar çekimi değil yeni bir çekimdir.

Sekans:

Sekans kendi başına bir bütünlük taşıyan sahne veya çekim dizinidir. Bir sekans tek bir çekimden oluşabileceği gibi birden fazla çekimden de oluşabilir. Örneğin oyuncular bir dış dekordan bir iç dekora (evin içine) girdiği zamanda çekim devam edebilir.

Bir sekans bir açılma-kararma ya da zincirleme geçme ile başlayabilir veya bitebilir.

Bu birden fazla sayıdaki sekanslar kurgu eşlemesi ile birbirlerine bağlanarak devamlılık sağlanır ve film oluşturulur.

 

 

Krzysztof Kieslowski ve Sineması

Krzysztof Kieslowski Lódz Film Okulundan 1969 yılında mezun oldu.

Hayatının büyük bir  kısmını savaş sonrası Polonyaya yerleşen komünist rejim altında  baskı ve sansürün getirdiği acıları duyumsayarak yaşadı.

Kariyerine belgesel filmler çekerek başladı ve ilk uzun metraj filmini,“Blizna”, 1976 yılında çekti.

İlk filmlerinde politik boyutlar taşıyan sosyal gerçeklikler üzerine yoğunlaştı ise de rejimin getirdiği baskı ile kendine bir nevi oto sansür uygulayarak alışılageldik tarzına; şans, kader, kimlik, karakterler arasındaki içsel bağlantılar gibi temalarla işlenen ve metafizik öğeler de taşıyan, gelişi güzel paradoksların, elde edilen ikinci şansların, ölümün, paralel evrenlerin dünyasını keşfe çıkan filmlerine yöneldi.

Krzysztof Kieslowski’nin filmleri 1985 yılında çekilen “No End” filmi ile iki periyoda ayrılır; “No End” öncesi ve sonrası.

1985 yılından itibaren senaryo yazarı Krzysztof  Piesiewicz (önceleri bir avukat, sonraları bir politikacı) ve besteci Zbigniew Preisner ile çalışmaya başlar.

Bu iş birliği Kieslowski’nin tüm kariyeri boyunca devam eder. Kieslowski’nin doğasından gelen etkileyici metafizik soneleri bu dönemde artık olağanüstü başarılı ses ve renk senfonilerine dönüşür ve ilginç bir şekilde tüm filmlerinde (“The Dekalog” hariç) bir kadın protagonist yer alır.

Ünlü yapıtları “Three Colors: Üç renk” üçlemesine gelindiğinde kırılgan yapılı yönetmen içinde bulunduğu sinema ortamının getirdiği stres ve büyük bir adanmışlıkla yürüttüğü yağun çalışma temposu ile  hayli yorgun düşmüş ve yıpranmıştır ama kapasitesini zorlayarak deli gibi çalışmaya devam eder.

Üç renk – Beyaz” (1994) filmini çekerken “Üç Renk: Mavi” (1993) filminin kurgusunu yapmakta ve “Üç Renk – Kırmızı” (1994) filminin senaryosunu yazmaktadır.

“Kırmızı” filmi Cannes Film Festivalinde prömiyerini yaparkan emekli olmak istediğini ve Cennet, Cehennem ve Araf (“Cennet” 2002 yılında Tom Tykwer tarafından yönetildi, başrolde Cate Blanchett yer aldı) hakkında yeni bir üçlemeye başlayacağını söyler.

Yönetmen o sırada 52 yaşındadır.

54 yaşında açık kalp ameliyatı sırasında genç sayılacak bir yaşta yaşama veda eder.

Kieslowski mezun olduğu Lódz Film okuluna ancak üçüncü başvurusunda kabul edilmişti.

Biraz da bu yüzden olsa gerek sinema okullarını pek yüceltmez; “Sinema okulları size sürekli film izletir, İzlediğiniz filmler hakkında konuşursunuz, analiz yaparsınız, Birbirleri ile karşılaştırırsınız o kadar. Lodz film okulunda da diğerleri gibi sinema tarihi, estetik, fotoğrafçılık, oyuncu yönetimi vs gibi disiplinler aşama aşama öğretilir. Tabii ki bu öğretilenler hep teoride kalır. Pratikte bunların bir filme nasıl uygulanacağı ise sizin kişisel deneyimlerinize kalır” der.

 

[metaslider id=”2747″]

 

Müzik ve Film – Film Müziği

Müzik ve film  söz konusu olduğunda, müzik  bir filmin “ışık gibi” gibi olmazsa olmazı olarak düşünülebilir; zira filme anlam katan en önemli unsurlardan biridir.

Bazen bir sokak gürültüsü de “9. Senfoni” gibi devasa bir eserin yerini tutabilir çünkü müzik insanın ruhunda yaşayan bir unsur olduğundan hayatın her daim içindedir. Filmler “gelecek ya da gerçek üstü bir dil ile anlatıldıklarında da” bu ruhtan kopamazlar.

Filmde asıl olan şey ise “müziğin bir diyalog muş gibi” kullanılmasıdır.

Özellikle kısa filmlerde; filmin doğası gereği (kısa bir süre içinde anlatım) sözden mümkün olduğunca arıtılıp, “evrensel bir duygu çerçevesinde” yorumlanması önemlidir. Bir sahnede karakter sözünü söylemeden müzik sözü söyler, ya da söz kesilse de, film bitse de, müzik bitmez ve izleyici sinema salonundan ayrılırken müzik dudaklarından usulca dökülür.

Müzik ve sinema arasında bir yapısal benzerlik olduğunu söyleyebiliriz; ikisi de belli bir akışa sahiptir.

Filmin bazı dramatik noktalarını vurgulayan bölük pörçük parçalardan ziyade filmin bütününe yapılacak müzik çok daha başarılı olacaktır.

Bir filmde müzik kullanımı için aşağı da sıralanan üç farklı yol denenebilir;

  • Müzik kütüphanelerine başvurmak (özellikle düşük bütçeli filmlerde kullanılan yöntem),
  • Daha önce yazılmış bir besteyi kullanmak,
  • Film için bestelenmiş özgün bir eseri kullanmak.

Yönetmen, yapımcıyla iş birliği içinde, daha önceki çalışmalarına dayanarak belli bir besteci ile beraber çalışma tecrübesini tercih edebilir.

Bestecinin filmin hangi aşamasında olaya dahil olacağı da sürekli tartışılmakta olan bir konudur.

  • Besteci film senaryosu aşamasında da çalışmaya başlayabilir. Bu bazen iyi (besteciye eser üzerinde hayli uzun çalışma süresi vereceği için) bazen de problemli bir yöntemdir, zira besteci filme çekim aşamasından önce dahil olarak kendi yorumunu getireceği için, film çekilirken yönetmenin yorumuna göre esinleneceği tema tamamen değişebilecektir.
  • Ya kaba kurgu aşamasında ya da film tümüyle bittikten sonra. Genellikle kaba kurgu sonunda besteci filmi izleyerek çalışmalarına başlar.

Filmi izleyen ve filmin nerelerinde müzik gireceğini yönetmen ve yapımcı ile tartışarak saptayan besteci, film ve karakterler üzerinde kendi temalarını yarattığında uygun müziği besteleyecektir.

Filmin nerelerinde müzik gireceği ve çıkacağı senaryolarda belirtilmelidir.

Seçilecek müzik büyük ölçüde filmin türüne ve içeriğine bağlıdır; gece karanlığında yalnız yürüyen korkmuş bir insana, adımlarına uyan vuruşlardan oluşan müzik mi, yoksa kalp atışları mı, ya da sadece gecenin sesi mi eşlik etmelidir?

Bir şüphe ve korku içinde bekleme sahnesi  sessizliği mi yoksa esrarengiz bir müziği mi gerektirir? Sevdiklerinin ölümü karşısında insanın içinden dalga dalga yükselen acıyı en iyi bir senfonik orkestra mı, yoksa tek bir enstrüman mı anlatır?

Bir savaş sahnesine eşlik eden müzik bir marş mı olmalı, yoksa savaşın sert ve dramatik sesleri daha mı etkili olur ? Ana tema olarak bir şarkı mı kullanılmalı?

Bir çok film müzikal temalarının yaygın ünü sayesinde başarıya ulaşmıştır. “Dr. Jivago (Lara’nın Teması)”, “Love Story – Aşk Hikayesi”, “The Good , The Bad and The Ugly – İyi Kötü, Çirkin”, “Star Wars – Yıldız Savaşları”,”Issız Adam (Ayla Dikmen Şarkıları), “Game of Thrones – Taht Savaşları” dizisi.

Polonyalı ünlü yönetmen Krzystof Kieslowski (Üç Renk Üçlemesi – Kırmızı, Beyaz, Mavi) ve günümüz yönetmenlerinden Darren Aronofsky (Black Swan – Kara Kuğu) filmlerinde müziği neredeyse diyaloglardan daha etkin bir şekilde kullanan isimlere örnektir.

 

RSS
Follow by Email